Nokia: Efsanevi Telefon Üreticisinin Hikayesi – Bölüm 1
“Nokia” kelimesini duyduğunuzda bunu cep telefonlarıyla ilişkilendirmeniz oldukça doğal fakat bu devasa şirketin temelinde fırtınalı bir hikaye yatıyor. Nokia, günümüzden 150 yıl önceki mütevazı başlangıcından bu yana birçok sektörde yer almakla beraber çalkantılı dönemlerde ayakta kalmasıyla da teknoloji tarihinde önemli bir iz bıraktı.
Nokia’nın varlığı çoğu insanın bildiğinden farklı olarak mazilere uzansa da şirketin ikonik mobil cihazlarla tanınması son on yıllık bir dönemi kapsıyor. Cesur tasarım ve teknoloji niteliğiyle anılan bu ürünler, tuğla benzeri basit bir konseptten alışılmışın dışında, hatta gülünç form faktörleriyle geniş bir yelpazedeydi. Söz konusu bahsettiğimiz atılımlarla Finlandiyalı dev, telekomünikasyon ve cep telefonları tarihinin şekillenmesinin başrolündeyken zamanın gerisinde kaldı ve kendisini dize getiren birçok seçimin arasında deyim yerindeyse boğuldu.
Nokia bugün hala varlığını sürdürse de yıllar içinde o kadar değişti ki tüketici ürünlerinin olduğu pek çok pazardan çekildi. Bünyesindeki mühendislik ekibinin bir kısmı ise Finlandiya’da kendi şirketlerini kurdular, tam da Nokia genel merkezinin karşısına. Bazı mühendisler ise tahmin edeceğiniz üzere Apple ve Qualcomm gibi büyük kuruluşların kanatları altına girdiler. Nokia günümüzde ise fikri mülkiyet haklarını başkalarına lisanslıyor ve 4G ile 5G ağlar için telekom ekipmanları geliştiriyor.
Bu makalemizde, Nokia’nın 1800’lü yıllardaki başlangıcından mobil endüstrinin temsilcisi haline geldiği dönemi ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Dilerseniz başlayalım.
Nokia, ilk başta bu isimle olmasa da 1865 yılında Fin maden mühendisi Fredrik Idestam tarafından kuruldu ve Finlandiya’nın güneybatısında yer alan Tampere şehrinde kağıt fabrikası olarak bir sektöre girdi. Fredrik Idestam’ın söz konusu operasyonu Nokianvirta Nehri’nın yakınında bulunan Nokia kasabasına genişletmesi pek uzun sürmedi. Böylece “Nokia” ismi 1871 yılında bu konumdan esinlenerek doğdu ve resmileşti.
İlerleyen yıllarda sahneye iki farklı oyuncu dahil oldu. 1898 yılında Eduard Polón, kauçuk ayakkabılardan araba lastiklerine kadar her şeyi üreten Finnish Rubber Works şirketini kurdu. 1912 yılında ise Arvid Wickström, elektrik kabloları, telefonlar ve telgraflar üretmesiyle tanınan Finnish Cable Works’ü kurdu. Daha sonra 1967 yılında her iki firma; kağıt ve kauçuk ürünleri, elektrik kabloları, jeneratörler, askeri iletişim ve nükleer santral ekipmanları, bilgisayarlar, TV’ler ve daha pek çok ürün sunan Nokia Corporation kuruluşunun çatısı altında birleştiler. Finlandiya’da artık adı herkesçe bilinen önemli bir marka vardı.
1979’da ise Nokia, TV üreticisi Salora ile ortak bir girişim olan Mobira Oy adlı bir yan kuruluş aracılığıyla telekomünikasyon ve mobil telefon sektörüne büyük bir adım attı. İki yıl sonra dünyanın ilk otomatik hücresel ağ olmasının yanı sıra uluslararası dolaşıma izin veren ilk sistem olduğu için de dikkate değer bir başarı sayılan Nordic Mobile Telephone (NMT) sistemi devreye alındı. İstediğiniz yerden istediğiniz numarayı kolayca aramanıza olanak tanıyan bu hizmet, analog sinyaller kullanan ilk nesil kablosuz hücresel teknolojinin, yani 1G’nin de zeminini oluşturdu. Özetle, altyapı açısından taşınabilir telefonların önü artık açılmıştı.
Nokia’nın 1982 senesinde piyasaya sürdüğü ilk telefon arabalarda kullanılmaya yönelikti. Son derece hantal bir tasarımı olan Mobira Senator, 22 kilogramlık ağırlığıyla yarı-taşınabilir radyo istasyonuna benziyordu. Şirketin gerçek manada taşınabilir ilk telefonu Mobira Talkman 320F de 1984’te tanıtıldı. 4.7 kilogram ağırlığında olan bu cihaz; büyük bir monokrom ekrana, telefon rehberinde 184 kişiyi saklayabilen hafızaya, 10 saat bekleme ve 60 dakika konuşma süresi sunan bir bataryaya sahipti. Senator’dan daha gelişmiş bir ürün olsa da son tüketici için kullanımı pek pratik değildi.
Nokia’nın ilk el tipi telefonu olan Mobira Cityman 900 ise 1987 yılında çıktı. Cityman sadece 760 gram ağırlığındaydı ve az önce bahsettiğimiz NMT şebekesinde harika çalışıyordu. Bir telefonun olması gereken form artık anlaşılmıştı.
Tüketici elektroniğinin yanında telefonların büyüttüğü telekomünikasyon sektörü için de çeşitli hedefleri olan Nokia, bugün yaptığı işin temelini atmaya 80’lerde başlamış, ağ ekipmanları işine girmeye karar vermişti. Ancak bu projede gereken çipleri üretecek kaynak olmadığından Intel işlemciler baz alınarak tasarlanan Nokia DX200 sistemi 1982 yılında piyasaya sürüldü.
Nokia DX200, kısaca özellikle telekom operatörleri ve iletişim hizmeti sağlayıcıları için ağların yönetimi, kontrolü ve veri iletiminde kullanılan yüksek kapasiteli ve güvenilir bir platformdu. Özellikle Nordic Mobile Telephone (NMT) ağı için tam da biçilmiş kaftan olan DX200, rakiplerine kıyasla pazara geç giren bir ürün olmasına rağmen sunduğu özelliklerin yanında çok uygun fiyatıyla büyük bir başarı elde etmişti. Hatta sektörde standart haline gelerek 2013 yılına kadar dünya genelindeki bir çok telekom operatörü tarafından kullanıldığını da belirtelim.
NMT’nin hemen ardından bölge genelinde düzenlemeleri ve operasyonel süreçleri koordine etmek amacıyla devlet telekom şirketlerinin bir araya geldiği standartlar organı olan Avrupa Posta ve Telekomünikasyon Konfederasyonu (CEPT), Groupe Special Mobile protokolünü yani şu an bildiğimiz GSM’i kurdu. Sonradan adı Global System for Mobile Communications olarak değişen GSM standardı, NMT’ten çok daha gelişmişti. Zira GSM, NMT’den farklı olarak dijital, geniş kapasiteli, çağrı yönetimi özelliklerini destekleyen ve en önemlisi Dünya genelinde kabul görecek şekilde tasarlandı. Nokia ise beklenmeyecek bir şekilde geçmişteki Ar-Ge çalışmaları sayesinde GSM yeniliğinin merkezindeydi. Çünkü GSM’in dayandığı iki altyapı olan Frekans Bölmeli Çoklu Erişim (FDMA) ve Zaman Bölmeli Çoklu Erişim (TDMA) sistemlerine yönelik araştırmalarıyla Nokia’nın yadsınamaz bir bilgi birikimi vardı.
Mali anlamda gücü bulunduğu coğrafyayı aşan Nokia, diğer pazarlarda da hakimiyet kurmak için her fırsatı değerlendiriyordu. 1983 yılında ABD’nin en büyük tüketici elektroniği perakendecisi olan Tandy ile anlaşan şirket, 7000 mağaza aracılığıyla Mobira telefon satmaya başladı. Mobira markasının uluslararası rekabete açılmasın hemen ardından Asya’nın düşük maliyetli üretim imkanı Nokia’nın ilgisini çekmiş, Güney Kore’de bir üretim tesisi kurmuştu.
Büyümenin devamında Nokia, tüketici elektroniği alanında çalışmalar yürüten birçok üreticiyi satın alarak farklı ürünler satmak istese de başarılı olamadı.
Dünyaya açılan Nokia’nın şimdiye kadarki yönetim şekli bazı ihtiyaçlara artık cevap veremediğinden köklü bir yenilenme şarttı.
Nokia’nın 1983’teki CEO’su Kari Kairamo, şirketin ülke ekonomisinde çok büyük bir payı olduğundan Finlandiya İstihdam ve Ekonomi Bakanlığı tarafından da desteklenmelerini istedi. Ar-Ge sürecine devlet fonlarını kullanarak katkı sağlamak amacıyla bakanlığı ikna eden Kairamo, Finlandiya Teknoloji ve İnovasyon Finansman Ajansı’nın kurulmasına da ön ayak oldu. Bu sayede şirket, mali açıdan hızlı büyüdü ve getirisiyle beraber riski de olan devasa projeler için maddi kaynak edindi.
Gelir ve gider dengesini düzenlemek için ilk adımı atan Kari Kairamo, 1986’da gerçekleştirmek istediği yeniliklerin önündeki başka bir engeli de ortadan kaldırdı: Hissedar kontrolü. O dönemde büyük Fin şirketlerinin çoğunlukla yerel bankalara ait olması yaygın bir durumdu. Nokia’nın en büyük iki hissedarı da KOP Bank ve Union Bank of Finland’dı. Kairamo, sektörün dinamiklerine hakim üst düzey yöneticilerden oluşan yeni bir iç kurul oluşturulmasını önerdi. Bu yeni heyet, karar verme konusunda tüm sorumluluğu alacak ve yetki açısından hissedarlardan daha yukarıda bir konumda olacaktı.
Hissedarlar yönetim yapısındaki değişikliği mecburen kabul ettiler çünkü CEO’nun önerisi reddedilseydi kamuoyunda büyük bir tepki oluşabilirdi. Böylece, bankaların Nokia’nın iç işlerine karışması önemli ölçüde azalmıştı ki bu aslında iyi bir durumdu. Zira söz sahibi olan hissedarların ne telekom sektöründe ne de uluslararası işlerde hiçbir deneyimi yoktu. Kari Kairamo’nun işi bilene devretme stratejisi sayesinde Nokia, ileride bu gelişmenin meyvelerini toplayacaktı.
Nokia, iletişim alanında yapbozun tüm parçalarına, yani baz istasyonları, telefonlar ve ağ ekipmanlarına sahip olduğundan rakiplerinden çok daha avantajlı bir durumdaydı. Söz konusu avantajın zamanlaması çok da iyiydi, özellikle ABD ve İngiltere telekom pazarına yönelik özel girişimlerin önünü yeni yeni açmaya başlamıştı. Ancak Nokia’nın bünyesindeki bir grup yönetici, şirketin gelecekteki bu fırsatlardan yararlanmak için pek organize olmadığını düşünüyordu. Nokia içerisinde pek çok alanda çalışmalar yürütüldüğünden ekipler arasında kaos hakimdi ve bu düzenlenmeliydi.
Bahsettiğimiz yöneticilerden biri olan Sari Baldauf, Nokia’nın iki farklı iş birimine ayrılmasını önerdi. Bunlar; mobil telefonlara odaklanacak Nokia Mobile Phones (NMP) ile ağ ekipmanları ve diğer ürünlerle ilgilenmesi hedeflenen Nokia Cellular Systems (Nokia Hücresel Sistemler) birimleriydi. Özellikle mobil kısmın gelecek yıllarda ağ teknolojilerinden daha ön plana çıkacağına inanan Sari Baldauf’un bu fikri, yönetimden onay aldı.
Gelişmelere bakacak olursak, Nokia’nın geleceği çok olumlu görünüyordu ama buzdağın görünmeyen bir yüzü de vardı. Az önce de bahsettiğimiz gibi mali büyüme yanılsamasına tutulan Nokia, çok sayıda şirketi bünyesine katarak genişlemek istemişti. Bu şirketler yüzünden borç batağının altında ezilen Finli devin CEO’su Kari Kairamo, 1988 yılında beklenmedik bir şekilde intihar etti. Bu olayla birlikte sarsılan yönetim, bir dizi tartışmanın sonunda Kairamo’nun sağ kolu olan Simo Vuorilehto’yu yeni CEO atadı.
Simo Vuorilehto, borçlardan ötürü personel sayısını 1990’lara kadar 22 bin kişiye indirerek Nokia’daki istihdamın yarısını işten çıkardı. Tam bu ortamda Sovyetler Birliği’nin çöküşü ve Avrupa’daki olağanüstü ekonomik durgunluğun etkisiyle CEO Vuorilehto, Nokia’nın veri ve tüketici elektroniği bölümlerini Ericsson’a satmak istedi ancak Ericsson, borca batık bu şirketin riskini üstlenmeye cesaret edemedi. Ortada kalan Nokia, en sonunda ayakta kalabilmek amacıyla en iyi bildiği işe odaklandı: ağ ve altyapı donanımları.
Geçmiş yıllarda satın alınan şirketleri az önce bahsettiğimiz iş birimleri altında toplayan Nokia, bunlardan kötü olanları 1991’de elden çıkardı ve bir miktar para biriktirdi. Simo Vuorilehto önemli bir katma değer olan şirketin dağılmaması için edindiği son kaynağı İngiltere merkezli telefon üreticisi Technophone’u 34 milyon sterline satın alarak kullandı. Technophone, kullanıcıların ceplerine sığabilecek kadar küçük bir telefon tasarlayabilen ilk üreticiydi ve Nokia’dan sonra Avrupa’da ikinci büyük telefon satıcısıydı.
Bu satın alma sonucunda Nokia, küresel pazar payında Motorola’dan sonra dünyanın en büyük ikinci telefon üreticisi oldu.
Nokia’nın genelinde hakim olan düşük moral ve belirsizliği düzeltme hedefiyle 1992’de görevlendirilen yeni CEO Jorma Ollila, ilk başta satış ve pazarlama müdürü olarak Anssi Vanjoki’yi işe aldı. Vanjoki fark etti ki Motorola’nın aksine telefonlar; Mobira, Nokia, Technophone gibi çeşitli markalar adı altında satılıyordu. Kullanıcıların aklında büyük bir karışıklığa sebebiyet veren bu durum, marka imajı oluşturmanın da önünde engeldi. Ayrıca ürünlerin pazarlanmasında kullanılacak akılda kalıcı bir sloganın dahi olmaması üzerine Vanjoki, şirketin satılan tüm telefon modellerini Nokia markası altında birleştirdi ve hepimizin bildiği “Connecting People” sloganını tanıttı.
Kısa vadede ayakta kalabilmek için toparlanma sürecine giren Nokia’nın şansına, yerel telekom operatörlerinin yer aldığı Finlandiya merkezli bir konsorsiyum olan Radiolinja’ya dünyanın ilk GSM şebekesini geliştirme lisansı verildi ve Nokia elbette bu projenin ortağı seçildi. 1992’nin devamında GSM altyapısının yanı sıra dünyanın ilk GSM cep telefonu olan Nokia 1011 (Mobira Cityman 2000) modeli piyasaya sürüldü. Bu ürün, Nokia’nın geleceğini şekillendirecek kadar önemli deneyimler edinmesini sağlamıştı.
Aynı yıl Nokia Mobile Phones (NMP) biriminin başındaki isim Pekka Ala-Pietilä, “2000’e kadar gelişmiş ülkelerde nüfusun yaklaşık yüzde 25’i cep telefonu kullanacak” tahmininde bulunmuş, bu tahmin o zamanlar sektördeki çoğu kişiye de gülünç gelmişti. Günümüze baktığımızda bu oran neredeyse yüzde 90’ı bile geçmiş durumda.
GSM, kullanılmaya hazır hale geldiği vakit Avrupa ve dünyanın dört bir yanındaki hükümetler lisans satmaya başlamıştı fakat pazarda Nokia haricinde anahtar teslim GSM hizmeti sunabilen başka bir şirket yoktu. Telefon ile telekom ürünlerini birbirleriyle uyumlu şekilde geliştiren Nokia’nın karşısındaki Ericsson ve Motorola gibi çok daha büyük firmalar, GSM tabanlı dijital ürünleri gereksiz bir heyecan olarak görüyordu.
O dönemde Motorola, dünyanın en büyük cep telefonu üreticisi olarak kendini kanıtlamıştı ve cep telefonun en çok satıldığı ABD pazarında güçlü bir varlığı söz konusuydu. Çok sayıda yetenekli mühendise ev sahipliği yapan şirketin, bu avantajıyla telefonlarını neredeyse tamamen kendi bünyesinde üretebilecek kadar gelişmiş bir işleyişi vardı. Motorola, öne çıkan bu yanını ürünlerinde yansıtabiliyordu. Zira her yeni modelde daha hafif, daha kompakt telefonlar tasarlıyorlardı. Bunun en iyi örneği 1989’ta tanıtılan 3.500 dolarlık MicroTAC’tı ancak GSM’le beraber dijital iletişime geçiş yapmaya hazırlanan dünya için analog bir ürün olarak geride kalmışlığın göstergesiydi.
İsveç merkezli Ericsson ise tıpkı Nokia gibi ağ ekipmanı pazarındaki önemli oyunculardan biriydi ve telefonlarla da ilgileniyordu. Motorola’nın aksine dijital iletişimin potansiyelini kabul etmişti. Ancak iki dev şirketin ortak bir yanı vardı; Motorola da Ericsson da cep telefonlarını fazla potansiyeli olmayan küçük bir iş kolu olarak nitelendiriyordu. Onlar için iletişim alanını değiştirecek en önemli bileşen şüphesiz baz istasyonu vs. gibi altyapı donanımlarıydı.
Nokia, rakipleri mobil pazara soğuk bakarken tüketici odaklı küresel bir ürün şirketi olma hayalini hayata geçirmek için sağlam bir yol haritası oluşturdu. İlk olarak 1991’de Nokia Mobile Phones (NMP) yöneticisi Ala-Pietilä, eşzamanlı mühendislik prensibine yönelme kararı aldı. Yani üzerinde çalışılan bir projenin tasarım, üretim, test, kalite kontrol ve pazarlama gibi her aşaması aynı anda yürütülecekti. Bu sayede farklı alanlardaki ekipler hep birlikte beyin fırtınasına dahil olacağından verimin artması hedefleniyordu.
Nokia’nın ufukta görünen mutlak başarısını şekillendirecek olan Frank McGovern isminden bahsetmemek olmaz. Technophone satın alımından sonra Nokia’ya katılan McGovern, teknoloji alanında üretim uzmanlığına sahip, uluslararası firmalarda çalışma deneyimi olan ender çalışanlardan biriydi. Geçmişte Hitachi’nin Avrupa’daki operasyonlarını yönetmesiyle üretim hattını geliştirme konusunda edindiği kritik beceriler Nokia için can suyu olacaktı.
Yapılan planlara sıkı bir şekilde ayak uyduran Nokia, 1991’den 1994’e kadar yılda 500 bin telefon üretebilirken iyileştirmelerin etkisiyle 5 milyon telefon üretmeye başladı. Ayrıca uzun zamandır zararda olan şirket 3.6 milyar fin markkası, yani 1.4 milyar dolar kâr etti. Söz konusu kârın yüzde 64’ünün Nokia Mobile Phones (NMP) ile Nokia Cellular Systems (Nokia Hücresel Sistemler) birimlerinden gelmesi de gelecekte bu iki alana olan yatırımların artmasını sağladı. 1994’te Nokia, New York borsasına açıldı ve mali anlamda kötü durumdayken uluslararası pazara yapılan bu iddialı giriş yabancı yatırımcıların dikkatini çekti.
Aynı yıl Nokia yönetim kurulu, telekomünikasyon ve telefonlarla ilgili olmayan operasyonları devretmeye başladı. Ana odakla ilgisi olmayan işlerden arındırılan Nokia’nın işgücünün üçte ikisi boşalınca bunların yerine Finlandiya’nın teknik üniversitelerinden mezun hevesli mühendisler istihdam edildi. Yeni CEO Jorma Ollila’nın tamamen yenilediği çalışma ortamı düşük ücretlere rağmen mühendislere cazip geliyordu çünkü artık şirket içinde çekişmelerin olmadığı ve teknik beceri edinimine olanak tanıyan bir düzen hakimdi.
Jorma Ollila, Nokia’nın uluslararası arenaya çıkışında hata yapma gibi bir lüksü olmadığının farkındaydı ama istikrarlı bir şekilde büyümek için yeni yaklaşımlar benimseyip risk alınması gerektiğini düşünüyordu. Bu hedefle yeni pazarları avucunun içine almak isteyen Nokia, Ar-Ge konusundaki uzmanlığını kullanarak her ülkenin yerel ihtiyaçlarına uyum sağladı ve hizmetlerini güvenilirlik imajı içerisinde sundu.
Bu stratejinin ilk başarısı Nokia’nın Tayland merkezli bir telekomünikasyon şirketi olan Advanced Info Service’e uçtan uca iletişim sistemi satmasıydı. Ericsson’un aynı kulvarda Tayland pazarının en büyüğü olmasına rağmen bu yenilgiyi alması,, Finli devin sektörde artık belli bir seviyeyi aştığını gösteriyordu. Öte yandan 1994 yılında İngiltere’nin Cellnet şirketiyle de benzer bir satın alım için sözleşme yapan Nokia, aynı işi çok daha düşük bir fiyata yapmayı teklif eden Motorola’yı da geride bırakmıştı.
Nokia, ABD ve Avrupa’daki tedarikçileriyle güçlü bir ilişki kurmakla beraber Çin ve Meksika’da birkaç yeni fabrika kurdu. Şirketin büyümeyle orantılı olarak artan talebi karşılayabilmek için açtığı üretim tesisleri, özellikle cep telefonlarına yönelik çalıştı. Nokia Mobile Phones’un (NMP) yöneticisi Ala-Pietilä, bu noktada ürünleri daha cazip hale getirmek için mühendislerle birlikte büyük bir emek sarf etti. Nokia telefonların rakiplerine göre daha özgün ve kaliteli olması, ulaşılmak istenen en önemli idealdi.
Daha önceki başlıklarda kendisinden kısaca bahsettiğimiz dünyanın ilk GSM destekli cep telefonu olan Nokia 1011 şirketin çabasının önemli meyvelerinden biriydi. Üst kısmında kısa, uzatılabilir bir anteni olan cihaz, 45 mm kalınlığında ve 495 gram ağırlığındaydı ki bu değerler o zaman için ince ve hafif kabul ediliyordu. Küçük bir monokrom LCD ekrana sahipti ve sadece 99 kişiyi belleğinde tutabiliyordu. 1011’in 900 mAh kapasiteli bataryası toplamda 90 dakika konuşma süresini karşılayabilmekle birlikte 15 saat boyunca telefonu açık tutabiliyordu. Ürün piyasaya sürüldüğünde bir tane satın alanların bugünün 3.060 dolarına eşdeğer bir ödeme yaptığını da belirtelim.
1994’te Nokia 1011’in ağabeyi 2110 karşımıza çıktı. Önceki modelin yalnızca yarısı ağırlığında olan 2110, 28 mm kalınlığıyla neredeyse bir paket gofret boyutlarındaydı. Kaydırmalı bir menüsü olan yeni telefon; pil ve sinyal seviyesini, okunmamış SMS mesajları için bir bildirim sembolünü, son arananları, tüm çağrıları 10 numaralık bir listeyle gösterebiliyordu. Piliyle en fazla 150 dakika konuşma yapabildiğiniz 2110, 40 saate kadar çalışma süresi sunsa da dönemine göre pahalı olduğundan eleştiri almıştı ama yine de çok sattı. Ayrıca, hepimizin kesinlikle bir kere duyduğu “Nokia Tune” zil sesinin de ilk kez bu telefonda yer aldığını söylemeden geçmeyelim.
Tedarik Sorunu
1995 yılına geldiğimizde iş gücünü ve kârını büyük oranda Nokia, yine kendisini geliştirecek bir krizle karşı karşıya kaldı. Şirket, tedarik zincirinin kontrolünü kaybettiğinden yılda 300 bin telefon satış hedefini zaten fazlasıyla aşan talebi karşılayamaz hale geldi. Nokia’nın üretim kısmına bakan yöneticiler, o zamanlar satış verilerini gerçek zamanlı olarak göremedikleri için, hangi bölgenin daha çok ürüne ihtiyacı olduğu net bilinmeden, tahmine dayalı dağıtım yapıyorlardı.
Nokia bu sorunu çözmek amacıyla dünya çapındaki tüm lojistik faaliyetlerin net bir görünümünü sağlayan ve üretim, envanter yönetimi, satış gibi süreçler hakkında anlaşılır veriler sunan ERP sisteminin geliştiricisi SAP ile ortaklık kurdu. Bu yeni sistem altı ay içinde faaliyete geçti ve Nokia’nın yaşadığı problemi tamamen ortadan kaldırdı. Rakipleri eski usullerle operasyonlarını yönetirken Nokia, böylece kontrolü tekrardan eline almakla beraber; ERP sayesinde tedarik zincirinin her aşamasında verimi artırdı. Bu gelişme, ayrıca şirketin en önemli stratejik avantajlardan biri haline geldi.
İlk Akıllı Telefon
Nokia markalı ilk akıllı telefon olarak da bilinen 9000 Communicator 1996’da raflarda yerini aldı. 90’ların sonuna doğru popülerleşen “cep bilgisayarı” akımının Nokia tarafındaki karşılığı olan 9000 Communicator, 4 yılı aşkın Ar-Ge sürecinin eseriydi. Piyasada ilk değildi, zira bu konsept Apple Newton ve devamında IBM Simon ile denenmişti ancak ikisinin de yüksek fiyatları yüzünden kullanıcılarda pek karşılık bulamadığını söyleyebiliriz.
O zamanlar daha yeni yaygınlaşan akıllı telefon kavramı, bilgisayarların sunabildiği birkaç özelliğin telefonlara getirilmesiyle hayatımıza girmişti. Günümüzün katlanabilir cihazlarına benzeyen söz konusu kapaklı ürünler, AT&T PhoneWriter, Ericsson GS 88 gibi klavyesi olan ama iletişim konusunda telefonun eksikliğini hissettirmeyecek tarzdaydı.
Nokia Communicator 9000, 24 MHz hızında çalışan bir Intel işlemciye, 4 MB RAM ve 4 MB depolama gibi dönemi için üst düzey bileşenlerle donatılmıştı. Elinizdeyken normal telefonlardan farksız olan cihazın kapağı açıldığında 640 x 200 piksel çözünürlüğünde 4.5 inç monokrom ekran ve minyatür QWERTY klavye kullanıcıları karşılıyordu. Cihaz; e-posta, notlar, takvim, hesap makinesi, dünya saati, terminal, Telnet gibi uygulamalara ve ilkel bir web tarayıcısına ev sahipliği yapan PEN/GEOS 3.0 işletim sistemini çalıştırıyordu.
Donanımından sonra Nokia Communicator 9000’in öne çıkan asıl noktası, bilgisayar ve telefon arasındaki geçişin çok yumuşak olmasıydı. İstediğinizde telefonu istediğinizde bilgisayarı kullanabilmekle birlikte iki birim de birbirine bağlıydı. Yani örneğin, telefon modunda yazdığınız bir SMS’i bilgisayar modunda devam ettirmek mümkündü. Tıpkı günümüzün katlanabilir telefonları gibi.
Cep bilgisayarı ve telefon melezi ürünlerin talebi 1998 yılına doğru artmaya başladığında Nokia, 9000’in gelişmiş versiyonları olan 9110 ve 9110i’yi tanıttı. Bunlar 33 MHz hızında çalışan bir AMD Elan SC450 işlemci kullanıyordu ve ilk cihaza göre pek çok yönden iyileştirilmişlerdi.
Şirketin Communicator konseptindeki ürünlere kaynak aktarmasının iki sebebi vardı. İlki hem iş hem de son kullanıcıya yönelik ikisi bir arada cihazların gelecekte daha popüler olacağı düşüncesiydi. Öte yandan geçmişte bu alanda başarısız olan Apple ve IBM gibi devlerin yeni cihazlarla ortaya çıkma ihtimaline karşı da Nokia hazır olmak istiyordu.
Windows’a Karşı El Ele
Nokia yönetimi, Microsoft’un Windows’u mobil cihazlara getirmek için üreticiler ve operatörlerle ortaklık kurmaya çalıştığını duymuştu. Microsoft, bu stratejiyi kullanarak PC pazarının çoğunluğunu ele geçirmeyi başarmış olsa da telefon tarafında işler farklı yürüyordu. Ayrıca Nokia dahil diğer birkaç şirket de Windows’a adanmış bir donanım tedarikçisi konumuna düşmek istemiyordu.
Yerel pazarlara kolayca uyarlanabilen geleneksel telefonlara kıyasla Nokia Communicator cihazlar; grafik arayüzlü, çeşitli uygulamaları destekleyen ve uygulama geliştirme ortamına ihtiyaç duyan bir işletim sistemi üzerinde çalışmak zorundaydı. 9000 ve 9110 deneyimlerinden sonra Nokia, PEN/GEOS’tan çok daha kullanışlı ve mobil cihazlara uygun yeni bir işletim sistemi arayışına girdi. İngiltere merkezli Psion adlı bir şirket tarafından geliştirilen EPOC, tam da Nokia’nın istediği bir yazılım olmakla beraber ilerleyen yıllarda çok daha büyük bir atılımın temelini oluşturacak iddialı bir projeydi. Zira ismi, ingilizcedeki bir çağın başlangıcı anlamına gelen “epoch” kelimesinin harflerinden oluşması da durumu doğrular nitelikteydi.
Microsoft’un mobil bir Windows versiyonuyla telefon sektörünü tıpkı PC’deki gibi ele geçirme ihtimalini fark eden sadece Nokia değildi elbette. Ericsson ve Motorola da söz konusu meseleden endişe duyuyordu. En sonunda kendilerine karşı tehdit gördükleri Windows’la baş edebilmek için üç büyük rakip bir araya geldi ve Symbian isminde ortak bir girişim kurdular. Amaçları telefon alanındaki her oyuncuya eşit bir şekilde fırsat sağlayacak mobil işletim sistemi geliştirmekti.
10 sene öncesine kadar hala hayatımızda olan Symbian işletim sisteminin altında yatan fikir aslında oldukça basit: Akıllı telefonlardaki yazılımın neler yapabileceğine ve tasarımının nasıl olacağına dair herkesin vizyonuna uyacak şekilde, özelleştirilmesi kolay bir ortam sunmak. Her şirket Symbian’ı kullanmak için aynı lisans ücretini ödeyecek, böylece tek bir kuruluş işletim sistemi üzerinde tam kontrole sahip olamayacaktı. Ayrıca herkes kendine özel arayüzler tasarlamakta serbestti, yani aynı yazılım ortamında firmalar bu şekilde birbirlerinden ayrışacaktı. Örneğin Nokia’nın, kendi arayüzü Series’di. Ortaklığının diğer avantajı da şüphesiz uygulama geliştiricilere yönelik. Farklı markaların telefonlarına yönelik projeler artık tek bir platform için hazırlanıp düşük maliyetle kullanıcılara sunulabilecekti. Bu sayede Symbian’ın uygulama yelpazesi de genişlemiş olacaktı.
Symbian’lı ilk telefonun piyasaya çıkması pek uzun sürmedi. Nokia, az önce bahsettiğimiz EPOC’un üzerine inşa ettiği Symbian’nı çalıştıran üçüncü Communicator modelini 2001 yılında tanıttı. Communicator 9210 olarak da bilinen telefonun ön tarafında standart monokrom bir ekran ve kapağının altında 640 x 200 piksel çözünürlüğe sahip renkli ekran bulunuyordu. Tuğla benzeri tasarımını hala sürdüren cihaz, 52 MHz hızında çalışan 32 bit Arm9 tabanlı işlemci ve 16 MB bellekten gücünü alıyordu. İşlemci, renkli ekran gibi yeniliklere ek olarak SD kartların öncüsü olan artırılabilir MMC depolama seçeneğine de sahip olan telefondaki yazılım sonradan Symbian Series 80 markasıyla Nokia’nın kendi için özelleştirdiği bir platform haline geldi.
Symbian gelişmesiyle beraber Nokia, Communicator serisinin üzerinde durmaya devam etti. 2002 yılında 40 MB dahili depolama alanı, video desteği ve LED aydınlatmalı bir LCD panel içeren 9210i çıktı. Peşinden 2005’de daha gelişmiş bir Symbian Series 80 arayüzüne, Wi-Fi’ye ve kameraya ev sahipliği yapan 9500 ile bunun kırpılmış uygun fiyatlı versiyonu 9300 raflarda yerini aldı.
Yıldızlar Geçidi
Symbian projesinden ötürü Nokia, Communicator serisini öncelik haline getirmiş olsa da ana akımdan kopmayarak, hepimizin yakından bildiği ikonik cep telefonlarını 1996 ve 2000 yılları arasında çıkardı. Bunlardan ilki ön aksamı değiştirilebilen Nokia 5110’du. Aynı zamanda herkesin bağımlısı olduğu klasik yılan oyunun yer aldığı ilk cihazdı.
5110’un ardından Nokia 3210 tanıtıldı. Şu ana kadar çıkan Nokia telefonlardan daha kompakt olan bu ürünün harika bir pil ömrü vardı. Ayrıca göze hoş gelen parlak renk seçenekleriyle geliyordu. Cihazı sayısız aksesuar ve klasik zil sesleriyle kolayca özelleştirmek mümkündü. Kullanıcıların telefonlarıyla bağ kurmak için özelleştirme yapabilmeleri şarttı ve bunun için şirketin tasarım ekibi önemli bir değişiklik yaptı: Şu ana kadar telefonun dışında yer alan anteni ilk kez cihazın içine yerleştirdiler. Böylece daha taşınabilir yekpare bir forma dönüşen 3210, bu niteliği sayesinde üçüncü parti üreticilerin aksesuarlar sunacağı yeni bir pazardı. Öte yandan Nokia telefonların sağlamlık imajının 3210’la başladığını da söyleyebiliriz. Zira, kaldırım gibi sert yüzeylere düşürülmesine rağmen sapasağlam kalabiliyordu. 1993 yılında Nokia’ya tasarımın başındaki isim olarak katılan Frank Nuovo’nun eserleri arasındaki 3210, dönemi için çok uygun fiyatlı bir üründü ve dünya çapında 160 milyondan fazla satmayı başardı.
Endüstriyel tasarım alanında uzmanlaşan Frank Nuovo, 3210 başarısının ardından 1995 yılında şirketin küresel tasarım ekibinin başkanlığına kadar yükseldi. İlk icraatı dünya genelinde birçok pazarda tasarım merkezleri kurarak yetenekli kişileri işe aldı ve eldeki portföyü genişletme stratejisi izledi. Şu ana kadar çok farklı görünüme sahip modellerin geliştirilmesindeki öncü isim olan Frank Nuovo, ayrıca Nokia telefonların ihtiyaç ile zevklere hitap ederek pazarlanmasını sağlamak için tüm modelleri “spor”, “gençlik”, “birinci sınıf”, “lüks”, “iş” gibi anlaşılır sınıflara ayırdı. Kullanıcıların çok sayıda seçenek arasından seçim yapmasını kolaylaştıracak bu yöntemi sektörde daha önce kimse kullanmamıştı.
3210’un kardeşi Nokia 3310 ise telefonların iş dünyasına ait olduğu kanısını kırarak genel tüketici kitlesine yönelik samimi bir tasarım, kolay kullanım ve dayanıklılık esasıyla 126 milyon sattı. Nokia’nın 2000’li yıllara başarılı bir giriş yapmasını sağlayan bu iki ürün, cep telefonu endüstrisinde yeri yadsınamayacak izler bırakarak şirketin pazar payını da artırmıştı. Zira Nokia, artık dünyanın en büyük telefon üreticisi olarak rakibi Motorola’yı tahtından etti.
3210 ile 3310 medyada pek görünmeyen ürünler olsa da Nokia’nın bir sinema filminde görünmüş özel bir telefonu olduğunu biliyor muydunuz? Tuş takımı sürgülü bir kapakla kullanılan Nokia 8110, tasarımıyla dikkat çekiyor, kasasının avuca oturur eğriliği sebebiyle kullanıcılar tarafından “muz telefon” olarak da anılıyordu. Cihaz iş dünyasına yönelikti, bu yüzden gişe rekorları kıran “The Matrix” filminde değiştirilmiş bir versiyonu görünene kadar pek bilinmiyordu. Filmde gösterilen versiyon, normal tasarımda olmayan yaylı bir kapağa sahipti. Gelen taleplerden sonra bu işlevin Nokia 7110’a eklendiğini hatırlıyoruz. Ayrıca The Matrix etkisiyle Nokia 8110 o kadar popüler hale geldi ki 2018 yılında cihazın 4G versiyonu bile çıktı.
Nokia’nın 1999’da piyasaya sürdüğü en popüler son cihaz ise 8210’du. Küçük cep telefonlarının fazla satış için başlı başına bir kriter sayıldığı bu dönemde son derece kompakt ve ergonomik olan 8210, teknik özellik açısından da gelişmiş bir üründü. Rehberinde 250 kişiyi tutabilmekle beraber uyumlu bir bilgisayar ya da yazıcıyla iletişim kurmak için kızılötesi özelliği bile vardı. Zaman içerisinde Nokia için standart hale gelen uzun pil ömrü ile sağlam kasa gibi detaylara da sahip olan 8210, küçük bir telefon isteyen kullanıcıların ilk tercihiydi.
Cep telefonu endüstrisine hakim olan Nokia, konumunu korumak için yenilikleri ön plana almaya başladı. Şirketteki tasarımcıların ve mühendislerin sıkı sıkıya çalışarak neredeyse her zevke hitap edebilecek ürünler çıkardığı 2000-2010 arasındaki bu dönemde bazı sıra dışı cihazlarla da karşılaştık.
Nokia Mobile Phones (NMP) birimi, yeni cihazlarını teknik yeniliklerden öte olarak çeşitli hizmetlerle destekleyip rakiplerine karşı ekstra bir değer yaratmak istiyordu. Bu amaçla şirket 2000’in başında gerçekleşen WAP (Kablosuz Erişim Protokolü) forumuna katılmış; telekom operatörleri, bankalar başta olmak üzere AOL ve Amazon gibi yeni yıldızların da kullanışlı uygulamalarını Nokia telefonlara getirmek için ortaklık kurmaya çalışmıştı. Daha sonradan NMP, bu plana vakit harcamanın manasız olduğunu anladı, çünkü diğer telefon üreticileri kolaylıkla de benzer girişimde bulunabilirlerdi. Haliyle Nokia, bahsettiğimiz ortakları sadece kendine bağlı tutamayacağından asıl bildiği işe yönelmeye karar verdi.
Nokia’nın gücü, hızlı bir süreç içerisinde bambaşka ihtiyaçlara ayak uydurabilecek özgün telefonlar üretebilmesiydi. Sahip olduğu pazar payını bu niteliğine borçlu olan şirketin 2000’lerin başında üzerinde çalıştığı proje de söz konusu gerçeği yansıtıyordu.
İlk Kameralı Telefon
“Connecting People” başlığında kendisinden bahsettiğimiz üst düzey yönetici Anssi Vanjoki, 500 Nokia mühendisinin telefona dijital kamera entegre etmeye odaklandığı “Calypso” kod adlı bir projeye liderlik etti. Calypso’nun gelecek için önemli bir atılım olacağına inanan Vanjoki’nin aksine, NMP ile Nokia genel kurulu bu projeyi kaynak israfı olarak gördü ve hoş karşılamadı. Zira rakipler telefonlara kamera özelliğini kullanımı zahmetli ekstra bir aparatla sunabilirken, Calypso’nun gerçekçi bir hedef olmadığını düşünüyorlardı. Ta ki sadece bir sene sonra dahili VGA kameralı Nokia 7650’nin tanıtımıyla yönetimin yanıldığı anlaşılmıştı.
Nokia 7650 tanıtımı, şirketin 2001 yılındaki en önemli lansmanıydı. Çünkü Nokia’nın ilk kameralı telefonu olan bu ürün Java ve EPOC uygulamaları destekleyen Symbian S60 işletim sistemini de ilk kez kullanıyordu. Gücünü 104 MHz hızında çalışan Arm9 tabanlı işlemciden alan 7650, ilginç bir şekilde 176 x 208 çözünürlüğündeki 2.1 inç ekranla geliyordu. Bünyesindeki bu ekran, VGA kamerayla çekilen 640 x 480 boyutundaki fotoğrafları görüntülemek için pek ideal değildi. Ayrıca, cihazın diğer bir kusuru da genişletme seçeneği olmayan 4MB dahili depolama alanıydı. Buna rağmen çok sattı ve hemen benimsendi.
Ergonomi ve kompakt ürünlerin başarıyla doğru orantılı olduğunu bilen Nokia, 7650’de tuş takımını kızaklı hale getirmiş, kullanıcılardan olumlu geri dönüşler almıştı. Bu niteliğini telefonu tanıtmak için kullandılar: tıpkı The Matrix’de olduğu gibi. Söz konusu pazarlama süreciyle Nokia 7650, Minority Report ve Tomb Raider: The Cradle of Life olmak üzere dönemin en büyük iki sinema filminde yer alarak geniş kitlelerce bilinir hale geldi.
Nokia 7650 dünyanın ilk entegre kameralı telefonu değildi. Bu unvan, Japonya merkezli Sharp isimli bir şirketin 2000 yılında piyasaya sürdüğü J-SH04’e aitti. Sadece Japonya’da satışa çıkması ve kamerasının düşük çözünürlüğü gibi dezavantajlardan ötürü J-SH04, kısa sürede Avrupa’nın en popüler telefonu haline gelen Nokia 7650’nın gerisinde kaldı.
Nokia 7650’nin başarısı daha iyileştirilmiş bir modelinin çıkmasına da ön ayak oldu. 2002 yılında satışa sunulan Nokia 3650, birkaç küçük fark haricinde ağabeyiyle benzer özelliklerdeydi. Depolama alanı genişletilmekle beraber kızaklı tasarım yerine dairesel bir tuş takımıyla geliyordu. Bu, Nokia’nın tasarım konusunda yaptığı en radikal değişiklikti. iPod’un tekerini anımsatan bu tuş dizilimi, mesaj yazmaktan ziyade menü kullanımı ve uygulamalar arasında geçiş yapmak için çok kullanışlıydı.
3650’nin yazılı iletişim konusundaki hantallığı üzerine Nokia, aynı yıl kullanıcıların bilgisayarlardan aşina olduğu QWERTY klavyeyi tam manasıyla telefonlarına getirdi. Dikey olarak katlanır tuş takımına sahip Nokia 6800, belki de şirketin tasarladığı en ilginç telefonlar arasında kesinlikle birinciliğe oynar. İlk bakışta normal bir Nokia modeli gibi dursa da tuş takımını yukarı doğru kaldırdığınızda yatay moda geçen cihaz, QWERTY klavyeli mini bir SMS terminaline dönüşüyordu. Standart T9 tuş takımıyla SMS yazmayı sevmeyen kullanıcıların hemen benimsediği 6800 serisini Nokia 2005’e kadar yeni modellerle devam ettirdi.
Oyun Sektörüne Göz Kırpan Nokia
2003 yılına geldiğimizde Nokia, oyun tutkunlarına hitap etmek üzere tasarladığı el konsolu ve telefon melezi olan N-Gage’i piyasaya sürdü. O zamanlar Nintendo’nun ikonik Game Boy Advance ile hakimiyet sürdüğü bu pazara diğer teknoloji şirketleri de donanım açısından gelişmiş cihazlarla girmeye çalışıyordu. Öte yandan 2000’lerin başında telefonlar iletişimden farklı amaçlarla kullanılmıyordu. Nokia’nın buradaki yaklaşımı ise hem oyun hem de iletişim için ayrı cihazlar taşıma ihtiyacını ortadan kaldırıp çok işlevli bir ürün sunmaktı.
N-Gage özünde rakibi olduğu Game Boy Advance’in 2.9 inç boyutundaki panelinden biraz daha küçük bir ekrana, ancak Game Boy’dan çok daha güçlü donanıma sahip tam teşekküllü bir telefondu. Symbian S60 işletim sisteminin nimetlerinden faydalanan cihaz için Call of Duty, Splinter Cell, Spider-Man 2, Tomb Raider gibi kült yapımlarla birlikte çok oyunculu oyunlar da vardı. Buna rağmen N-Gage, oyun deneyimi konusunda pek iyi iş çıkarmıyordu. Çünkü cihazın kontrolleri oyun oynamak için uygun değildi. Ayrıca oyun kartuşlarının takılacağı kısım bataryanın altındaydı, yani başka bir oyuna geçmek istediğinizde cihazı sürekli kapatmanız gerekiyordu. N-Gage’i telefon olarak kullanmak da pek kolay sayılmazdı, sesli görüşmeleri üstteki yüzeyle cihazı elde dikey tutarak yapabiliyordunuz.
N-Gage, dünya çapında 30 bin mağazada bulunmasına rağmen piyasaya sürüldüğünde pek talep görmedi. Nispeten yüksek fiyatı, oyunların başka telefonlara da sonradan çıkması, kullanışsız tasarımı gibi detaylardan ötürü N-Gage, Game Boy Advance’in yanına yaklaşamadı bile. Buna rağmen Nokia, 2006’ya kadar yeni N-Gage ürünler çıkarmaya etti ama toplamda sadece 3 milyon sattı. En sonunda Nokia bu projeyi de rafa kaldırdı.
Alışılmadık Tasarımlar
N-Gage’den sonra Nokia’nın ilginç deneyimler vadeden modeller ürettiğini gördük. Bunlardan belki de en beğenilmeyeni 2004’te tanıtılan Nokia 7600’ydü. Kullanırken insanların dikkatini çeken bu ürünün klasik cep telefonlarıyla pek alakası yoktu. Damla şeklindeki tasarımın tuş takımının iki sıraya bölünmesine yol açtığı belliydi. Bu durumda cihazı tek elle kullanmak pek mümkün değildi, iki elle kullanım ise Nokia 6800’deki QWERTY klavye kadar pratik hissettirmiyordu. 123 gramlık ağırlığına rağmen damla şeklindeki form faktöründen ötürü elde rahatça tutmak da zordu, kullanıcılar telefon görüşmesi yaparken çok rahatsız hissediyorlardı. Buna rağmen fiyatı piyasadaki normal telefonlar kadar olunca Nokia 7600 haliyle fazla satmadı ve en çirkin cep telefonu olarak teknoloji tarihinde yerini aldı.
Damla temalı telefonun ardından diğer bir eksantrik cihaz ise Nokia 7280’di, diğer adıyla “lipstick phone”. İlk bakışta MP3 çalara benzeyen bu telefonun da kullanıcı deneyimi açısından sicili pek parlak değil. Bünyesindeki donanım dönemi için kötü sayılmaz; renkli ekran, VGA kamera, tatminkar pil ömrü gibi detaylar idealdi. Ancak tasarımı sebebiyle tuş takımı yoktu, cihazı kullanabilmek için bir nevi sabır testi mahiyetindeki küçük bir tekeri çevirmek gerekiyordu. iPod’un Click Wheel’ıyla benzerlik gösterse de kesinlikle onun gibi kullanışlı değildi. Bir telefon numarasını çevirmek veya mesajlaşmak kullanıcılar için işkenceydi, çok zaman alıyordu. Fiyatlandırma konusunda ise 7600’de olduğu gibi yine aynı hataya düşen Nokia, bu cihazı da standart telefonlara yakın bir fiyata satmaya çalıştı. Yine de satış oranı 7600’den daha iyiydi çünkü Fortune Magazine dergisi ve birkaç yarışmadaki jüriler tarafından en iyi ürünler arasında gösterildi.
Nokia’nın mali durumunu pek etkilemeyen bu iki başarısızlık şirketin cep telefonlarındaki hakimiyetini yenilikten ziyade niceliğe yönlendirdiğini gösteriyordu. Nokia, başka bir deyişle pastadan daha da fazla pay alabilmek için telefon işini hızla büyütmek istedi. Bu ideali gerçekleştirme amacıyla yeni donanımların fiyatının düşmesini bekleyip tasarımları ilgi çekici ama teknik özellikleri eskimiş çok sayıda telefon çıkarmaya devam ettiler.
2005 yılında Nokia’nın dikkate değer bir modeli olan 7710 tanıtıldı. Şirketin ilk dokunmatik telefonuydu. 640 x 320 piksel çözünürlüğe sahip 3.5 inçlik büyük bir ekranı vardı ve Symbian Series 90’ı çalıştıran ilk ve son cihazdı. Devasa boyutundan dolayı rakiplerine göre ergonomik değildi, işlemcisi de çok yavaştı. Ayrıca ekranı rezistif panel olduğu için kullanımı şu an ki telefonlar keyifli olduğu söylenemez. Çünkü fiziksel olarak ekrana bastırmak gerekiyordu ve çoğunlukla kalemle cihazı yönetebiliyordunuz.
Aynı yılın devamında Nokia, daha modern ve üst seviye hissettiren N90’ı piyasaya sürdü. Telefon kapaklı olmakla birlikte ekran kısmı döndürülerek video kamera haline getirilebiliyordu. Kamera tarafında Carl Zeiss Tessar lensler kullanıldığından görüntü kalitesi oldukça iyi bir seviyedeydi. Bu sefer ekran da kameranın çektiği görüntüleri yansıtabilmek adına yüksek çözünürlüklüydü. Ayrıca medya ağırlıklı bir ürün olduğu için birçok ses ve görüntü formatını destekliyordu. Öte yandan N90’ın en çok eleştirilen iki yönü ise standart bir 3.5 mm ses jak girişinin bulunmaması ve video çekebilen telefon için depolama alanın küçük olmasıydı, sadece 31 MB.
N90 mobil fotoğrafçılık meraklılarına hitap ederken halefi Nokia N91 ise daha çok medya tüketimine odaklıydı. N91 sağlam, paslanmaz çelik bir kasaya sahipti ve 4 GB ile 8 GB seçenekleriyle küçük kardeşinden çok daha geniş bir kapasite sunuyordu. Şirket bu ürünü iPod’a rakip olarak konumlandırdığı için medya oynatma düğmeleri, standart kulaklık girişi, Wi-Fi desteği, Nokia Podcasting uygulamasıyla PC’ye bağlanmadan podcast indirme gibi özelliklerle kullanıcı deneyimini geliştirmeye çalıştı. N91, daha sonradan dijital haklar yönetimi (DRM) konusunda Nokia’nın başını çok ağrıttı.
iPod’dan bahsetmişken kendisinden az önce bahsettiğimiz Nokia 7280’in, yani bilinen adıyla lipstick phone’un yeni modeli olan 7380 ise 2006’da tanıtıldı. Nokia’nın N serisiyle başladığı üst segment görünüm prensibini sürdüğü 7380; metal, deri ve ipeğin bir araya getirilmesinden oluşuyordu. Özellik açısından çok değişmedi, sadece fiziksel kaydırma tekerleği yerini dokunmatik bir versiyonuna bırakmıştı.
Nokia’nın diğer denemelerine kıyasla daha başarılı sayılan N serisindeki iki cihazın birleşimi mahiyetindeki N95 2007’de raflarda yerini aldı. Tasarımı şık ve sunduğu özellikler açısından gelişmiş bir ürün olan N95, iki yönlü kızak mekanizmasıyla ilgi çekiyordu: Ekranı yukarı kaydırdığınızda tuş takımı; aşağı kaydırdığınızda ise medya oynatma butonlarını kullanıyordunuz. Taşınabilirliği nispeten artıran bu özelliğe ek olarak cihazın temel kontrollerini sağlamak için hemen altına konumlandırılmış yön tuşları da vardı. 2.6 inçlik büyük bir ekrana sahip olan telefon 64 MB RAM ve 160 MB depolamayla gelse de bu değerler revize edilen modelle 128 MB RAM, 8 GB depolamaya yükseltildi. Çift çekirdekli ARM11 tabanlı işlemcisiyle beraber kamera tarafında da iyi bir deneyim sundu. Görüntülü görüşmeler için ön tarafta 5 megapiksel tatminkar bir kamera, arka tarafta ise otomatik odak yetisine sahip Carl Zeiss Tessar lensli VGA kamera bulunuyordu.
N95, çıktığı dönemde LG Prada, ilk iPhone gibi değeri zamanla anlaşılan cihazlarla rekabet etse de kısa vadede Nokia’nın tahtını sarsamadılar. Çünkü verilere göre N95; 2007’nin sonuna kadar 7 milyon adet, 2009’da üretimden kaldırılana kadar da 12 milyon adet satmayı başardı. Kullanıcıların gönlünde yeri başka olan cihazın 2020 yılında modern bir versiyonunun geleceği konuşulsa da bu proje maalesef hayata geçmedi.
2007’de altın dönemini yaşayan Nokia, bu yıldan sonra teknoloji sektörünü kasıp kavuracak değişimin etkisini hissetmeye başlamıştı. Kurumsal anlamda yine çalkantılı bir sürece giren şirket, bir şekilde tekrardan ayağa kalksa da hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
Bu makalemizde Nokia’nın kuruluşunu ve yükselişini siz okurlarımızla birlikte ele aldık. Maceranın devamını Nokia: Efsanevi Telefon Üreticisinin Hikayesi – Bölüm 2’de sürdüreceğiz. Konuyla ilgili düşüncelerinizi ve Nokia telefonlar kullandıysanız deneyimlerinizi yorumlarda paylaşmayı lütfen unutmayın. Esen kalın.
Teknoloji dünyasında yeri yadsınamayan şirket ve ürünlerin öyküsünü anlattığımız diğer başlıklarımıza da göz atmanızı tavsiye ederiz.
- Flickr’a Ne Oldu?
- BlackBerry Telefonlara Ne Oldu?
- Winamp’a Ne Oldu?
- Flash Player Neden Kapandı?
- iPod: Müzik Dünyasını Değiştiren Gücün Son 21 Yılı
- MSN Messenger’a Ne Oldu? Baştan Sona MSN’in Hikayesi