Hepimizin en temel ilişkisi, bebeklik ve çocukluğumuzdaki ebeveynlerimizle kurduğumuz ilişkidir.
Bu ilişki yaşam boyunca diğer ilişkilerimizi etkiler. Çocukluğunda ihtiyaçları (beslenme, sevgi, şefkat, güven vs) karşılan(a)mayan kişide, kaygı ortaya çıkar. Karşılan(a)mayan ihtiyaçlar, çocuk açısından ebeveynin yokluğu gibi deneyimlenir. İhtiyaçlar karşılanmıyorsa ortada bir ebeveynin varlığından nasıl söz edilebilir ki?
Ebeveynin yokluğu çocuk açısından iki şekilde yaşantılanır; fiziksel yoksunluk ve duygusal yoksunluk olarak.
Ölüm, ayrılık, terk edilme gibi nedenlerle yaşanan kayıplar fiziksel yoksunluk, başkasıyla bağ kuramamak,
kabul görmemek, yani duygusal ihtiyaçların karşılanmaması ise duygusal yoksunluktur. . Fiziksel yoksunluk
yaşayan bir bebek, kendi başına ihtiyaçlarını karşılayamaz ve hayatını sürdüremez. Bu nedenle fiziksel
yoksunluk dışarıdan fark edilebilir bir durumdur. Ancak duygusal yoksunluk, fiziksel yoksunluk gibi dışarıdan
anlaşılamaz. Bu durum, kişinin hayatında bir şeyin eksik olduğu şeklinde hissedebilir veya bazen bu yokluğun
farkına dahi varılamaz.
Duygusal yoksunluk, bazen fiziksel yoksunlukla beraber görülür. Sevilen kişinin ölümü, farklı bir yere
taşınması gibi fiziksel ayrılıklar, duygusal yoksunluğa da yol açabilir. Fiziksel yoksunluk, duygusal yoksunluğa
yol açabiliyorken, duygusal yoksunluğun fiziksel yakınlıkla bir ilgisi yoktur. Diğer kişi yanımızdayken, onunla
bağ kuramadığımızda ve duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmadığında gerçekleşebilir.
Başkaları ile olan ilişkimiz, ayna ile olan ilişkimize benzer. Aynada kendini göremeyen kişi, aynada kendini
görebilmek için ya daha çok çaba gösterir veya aynaya bakmaktan vazgeçer. Karşısındaki kişi tarafından
anlaşılamadığında, umursanmadığında veya yok sayıldığında, yani baktığı aynada kendini göremediğinde
duygusal yoksunluk ortaya çıkar. Bu yoksunluk, kişinin travma yaşamasına yol açabilir. Travma sadece
olumsuz olayların yaşanması ile değil, olumlu şeylerin yokluğu ile de yaşanabilir. Değer verdiği kişide yerinin
olmaması, kişiye ağır gelir ve adeta görünmezliğin travmasını yaşar. Böyle bir travmayı yaşamak istemeyen
kişi, ilişkilerinde kabul görmek için bedeller ödemek zorunda kalabilir. Arzularından vazgeçmek, duygularını
(öfke, üzüntü, hayal kırıklığı vs) bastırmak gibi.
Duygusal yoksunluğun arada sırada olması kişiye fazla zarar vermeyebilir ancak bu yoksunluk uzun sürerse
ilişkilere zarar verir ve güven duygusunun zedelenmesine yol açar. Yoksunluğu erken dönemde yaşayan kişi,
yetişkinlikteki her yoksunluğu terk edilme gibi deneyimleyerek acı çekebilir. Kişi, kendisini kimsenin
önemsemediği, sevilmeye değer olmadığı, yeni kurduğu ilişkilerde terk edileceği şeklinde düşüncelere
kapılabilir.
Duygusal yoksunluğa karşı duyarlı kişi, terk edilmeye karşı da oldukça hassastır ve kısa süreliği ayrılıkları dahi
tolere edemez. Kabul görmeme, yoksun bırakılma korkusu nedeniyle ilişkilerinde ya aşırı yapışkan, sahiplenici
veya kontrol edici davranır. Ya da karşısındaki kişinin istediği yakınlığı vermemesinden ötürü hissettiği hayal
kırıklığını yaşamamak için bu ihtiyaçlarını bastırıp kendi kendine yeten, başkasına muhtaç olmayan bir
kendilik görünümüne sahip olur ve bazen yeni ilişkilerden kaçınır.
Terk edilmek, kişide yoğun duygulara yol açar. Kişi bu duyguların yoğunluğunu hafifletmek için ağlama
nöbetleri geçirebilir veya yaşadığı acıyı yakınlarına tekrar tekrar anlatabilir. Sakinleşme çabalarına rağmen
kendini daralmış ve bunalmış hissedebilir. Hatırda tutulması gereken şey; hissedilen bu duyguların kalıcı
olmadığı, bir süre sonra normal duygu durumunun yaşanacağı ve değer verdiği kişi tarafından terk edilmiş
olsa da hala onu seven başka kişilerin var olduğunu bilmesi.
Kalıcı olmayan tek şey duygularımız değildir elbette. İlişki içinde olduğumuz kişilerin de hayatımızda kalıcı
olarak yer alamayacağı gerçeğini göz önünde bulundurmamız gerekir. Hayat yolculuğumuza eşlik eden
herkes, isteyerek veya istemeyerek hayatımızdan ayrılmak durumunda kalacaklardır. Veya tam tersi biz
onların hayatından ayrılmak zorunda kalacağız. Önemli olan kayıp sonrasında süreci sağlıklı bir şekilde
yaşayabilmektir.
Terk edilmek veya duygusal yoksunluk yaşamak çocukluk anılarımızı tetikleyerek o dönem yaşadığımız acılara
temas etse dahi, şu anda yetişkin olduğumuzu, çocukluk dönemindeki gibi güçsüz olmadığımızı ve etkili başa
çıkma mekanizmaları ile bugünkü sorunun üstesinden gelebilme gücümüzün olduğunu da hatırlatmak
isterim. Geçmişteki küçük çocuk değiliz artık.
Terk edilme korkusunu atlatmak için, yalnız kalabilme becerisini geliştirebilir ve kendiyle baş başa kalmanın
da keyif verici olduğunu deneyimleyebiliriz. Böylece korkulan şeyin, o kadar da korkutucu olmadığını yaşarak
görme imkanı bulmuş oluruz.
Hepimizin sevilmeye ve sevmeye ihtiyacı vardır. Sevgi ihtiyacımızı tek bir kişinin karşılamasını beklemek
gerçekçi olmadığı gibi, bu beklenti o kişiye gereğinden fazla yük yüklemek anlamına da gelir.
Karşılanamayacak beklenti içinde olmanın yaşatacağı hayal kırıklığını hissetmemiz de cabası.
Son olarak şunu söylemek isterim; hayatımızda bazı şeyler beklediğimiz gibi gitmeyebilir, acı çekebilir ve
geleceğe karşı güven duygumuz sarsılabilir. İlişkilerimizde önemli bir etken olan sevgi ve değeri, beklediğimiz
kişilerden göremeyebiliriz. Değer verdiğimiz kişi ile değer gördüğümüz kişi, sevdiğimiz kişi ile bizi seven kişi,
aynı kişi değildir bazen. Yaşadığımız tüm yoksunluklara ve hayal kırıklıklarına rağmen hayat yolculuğumuz
sürüyor. Bu yolculukta yeni kişilerle yollarımızın kesişmesi ne kadar doğalsa, hayatımızdaki kişilere veda
etmek ve ayrılık yaşamak da o kadar doğaldır. Yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilecek içsel ve dışsal
kaynaklarımızın olduğunu ve gerektiğinde bu kaynaklardan yararlanmak için destek alarak yolculuğa devam
edebileceğimizi hatırlatmak isterim. Klişe bir cümle olacak belki ama; HAYAT DEVAM EDİYOR…