İnsan yaşamının her bölümüne entegre ettiği elektronik yazılım yeni teknoloji anlayışının ana unsuru haline gelmiştir. Bir adım sonrası yapay zekadır. Akıllı yaratık, insan oğlu yapay zeka insan zekasını geçerse ne olur tartışa dursun evrensel yatırımcılar uzayda, gezegenlerde hayat aramakla meşguller ve buldukları gün üst düzey sermayedarlara bu yerleri satacakları bir gerçektir.
Ezberleri bozan şey ise teknolojik yarışlar ya uluslar arası askeri güç yarışı veya bilim insanlarının bilime katkısı, insan hayatına getirdiği kalite için yapılmasıydı.
Birleşmiş Milletler kararlarına rağmen haklı konumda bulunan bazı ülkelerin yalnız bırakılması gibi. İşte bu yüzden insan oğlunun demokrasi anlayışı da değişmiştir ve bazen tercihleri de demokratik değildir. Uluslar arası güçler yerine onların destekçisi, çıkarlarını koruyarak seçim kazanmaya çalışan siyasiler onların savunucusu durumunda insanları iknaya çalışıyor. Ortak çıkar, ortak refah için bir birlerinin güdümünde olmaya devam ediyorlar. Ancak bu kalite olmaktan çıkıyor.
Geçen makalelerde bahsetmiştik, Fransız bilim adamı ve düşünür Prof. Dr. Jacques ATTALİ teknoloji tarifini ve kullanımını tanımlarken günümüz teknolojisinde motorlara, araçlara, nesnelere, köprülere, binalara, barajlara uzaktan sürekli gözetleme amaçlı sensörler entegre edilmekte ve uzaktan kontrol edilebilmektedir. Tüketici satın aldığı ürünün satın aldığı güne kadar kat ettiği yolu,zamanı öğrenebilmekte ya da, satın aldıktan sonra da örneğin, çocuğunun kullandığı çantadaki sensör sayesinde okula gidip gitmediklerini, nerelerde dolaştığını vs. takip edebilecek seviyeye gelecek diyor du ama şu an insan oğlu bundan da çok çok ileridedir.
Artık uzay bile tabiri caiz ise yol geçen hanına dönmüştür. Bu aşamada bir çok teknolojik yenilikler ve gelişmelere paralel olarak Türkiyenin de uzay teknolojilerine katılımı beklenmektedir. İlk aşamada haberleşme uydularının Fransız Guyanasından vb. yerlerden fırlatılması yerine Türkiyeye ait rampalardan fırlatılması beklenmektedir.
Prof. Attali yaşlanma konusunda ise; Tıpta ki gelişmeler ve hayat standardının gün geçtikçe yükselmesi ile günümüz eğilimleri gelecekte de devam ederse, önümüzde ki yıllarda gelişmiş ülkelerde yaşam beklentisi 90 yaş civarı tahmini oldukça yüksektir diyor. Ancak bilim insanlarınca insan ömrünün her üç yılda bir yarım yıl uzadığı yapılan araştırmalarda yer almaktadır. Diğer taraftan, özellikle kadınların özgürlüklerinin artmasıyla birçok ülkede doğum oranlarının geleceğine bakıldığında nesilleri yenileyemeyecek kadar azalacağı belirtilmektedir.
Örneğin; Kore’de 1950’li yıllarda doğum oranı 5,1 iken 2000’li yıllarda 1,5’e kadar gerilemiştir. Gelecekte doğum oranlarının en yüksek olduğu Müslüman ülkelerde bile bu oranların azaldığına tanık olunacaktır. Kısa zamanda on milyondan fazla Amerikalı covid-19 ölümlerine rağmen 85 yaşın üzerinde olacaktır ve diğer ülkelerde de büyük olasılıkla benzeri artışlarla karşılaşılacaktır. Bazı ülkelerde yaşlı nüfusun artışı ve doğum oranının düşmesi ile nüfus sayısında azalmaların bile yaşanacağı belirtilmektedir. Çocuk sorumluluğu azalan kadınlar, erkek etkisinden kurtulup toplumda kendilerine bir yer edinebilecekler ve iş hayatında daha aktif bir rol oynayabileceklerdir.
Tüm bunların neticesi olarak emekli maaşlarının ödenmesi ülkeler/şirketler için yük haline geleceklerdir. Nüfus konusunda dengeyi sağlayabilmek için ya vergi oranlarını artırarak geliri artırmak, ya doğum oranlarını artırarak veya göç oranlarını artırarak çalışan ve genç nüfus sayısını artırarak üretimi arttırmak gerekecektir. Bu sayede nüfus artacak ve pazar alanları genişleyerek satışlar arttırılarak dengenin sağlanabileceği düşünülebilir. Göçe karşı çıkıp, yabancıları kabul etmeyen veya seçerek az sayıda kabul eden ülkeler belkide yakın gelecekte nüfuslarının yok oluşu ile karşı karşıya kalacaklar, yabancıları kabul eden ülkelerin ise halkların birleşimi ile, nüfuslarının değişimine seyirci kalmaktan başka seçenekleri kalmayacaktır.
Tüm dünyada nüfusun yarısı zaten şehirlerde yaşıyor. 2025-2030 lu yıllara gelindiğinde güneyde bulunan 24 büyük şehir (Örneğin; Sao Paulo, Meksika, Bombay, Shangai, Rio de Janerio) on beş milyonu aşkın bir nüfusa sahip olacaktır. 2030 yılında ise tüm şehirlerden otuzunun nüfusu 15 milyonun üzerinde olacaktır. Kısacası yakın bir zamanda birçok yerleşim yeri için imkansız olan tüm alt yapı sistemini yeniden gözden geçirip kuvvetlendirmek gerekecektir. Bu durumda sadece birkaç şehir yaşanabilir bir halde kalabilecektir.
Bu şehirlere göçler başlayacak, özellikle de Çin’den gelen büyük kitleler olacağı yüksek bir ihtimal olarak görülmektedir. Çinli’lerin en çok Sibirya ve Rusya’ya göç edecekleri ve zaman içinde Rus-Çin evliliklerinin artmasıyla birlikte Çinli’lerin Rusya’yı ele geçirecekleri ön görülmektedir. Yine 2015-2020’li yıllarda başlayan ve Orta Afrika’dan Kuzey Afrika’ya, Hindistan’dan Malezya’ya, Malezya’dan Tayland’a, Bangladeş’ten Körfez ülkelerine, Irak’tan Türkiye’ye ve Guatalama’dan Meksika’ya kadar başlayan kitlesel göç furyasına zenginler de katılmak zorunda kalacaktır.
Başlıca geçiş noktaları da Rusya-Polonya, Türkiye-Yunanistan, Türkiye-Bulgaristan, İtalya- Libya, Meksika-Amerika Birleşik Devleti sınırları olacağı belirtilmektedir. Amerika Birleşik Devleti göçmenlerin aranan ülkesi olmaya uzun bir müddet daha devam etse de, yaklaşık yirmi yıl içinde Amerika Birleşik Devleti’nde İspanyol ve Afro-Amerikan nüfusu neredeyse çoğunluğu oluşturacağı tahmin edilmektedir.
Avrupa ülkeleri de zaman içinde sadece göç alan ülkeler haline gelip göçle gelen işgücünden edinecekleri gelir ile emekliliklerini finanse etmenin yolunu bulmaya çalışacaklardır.
Fransa gibi Avrupa ve Afrika göçünü kabul etmeyen ülkeler, ayakta kalabilmeleri için bunun tek çözüm olduğunu biraz daha geç anlayacaklardır. İngiltere’nin de Orta Avrupa’dan göç kabul eden bir ülke haline geleceği belirtilmektedir. Kısacası gelişmiş ülkelere kitlesel göçleri Ukraynalılar, Ruslar ve Çinliler oluşturacak ve göç alan ülkeler emeklilerini finanse edecek hale gelecektir. Ancak bununla birlikte orta sınıfın geliri sarsılacak, zamam içinde gerek kariyer, gerek ülke/şirket politikası gerek yeni bir kimlik arayışından dolayı birçok kişi neredeyse her sene ülke değiştirir hale gelecektir. Emekliler, Kuzey Afrika gibi yaşam ve iklim koşulları daha iyi olan ülkelerde yaşamayı tercih edeceklerdir. Kısacası 20 yıl içinde her yıl ortalama 50 milyon kişi köşesine çekilecek ve aşağı yukarı bir milyar kişi doğup büyüdüğü şehirlerin dışında yaşamak zorunda kalacaktır.
2035 öncesi, kentsel nüfusun artması ham maddeye olan talebinde artmasına sebep olacaktır. Bu nedenle, zamanla sanayi atıklarını geri dönüşüme tabi tutarak ham maddeleri kısmen tekrar kazanmaya çalışmamız gerekecektir ki artıklarla ilgili bu çalışmalar ülkemizde ve bir çok ülkede başlamıştır. Bu günlerde 1000 ton elektronik atıktan geri dönüşümde yaklaşık 160 milyon dolar ekonomiye katkı sağladığı bildirilmiştir. Bu maddelerin tekrar tükendiği vakit ise deniz aşırı yerlerden, okyanuslardan ve hatta Ay’dan, Mars’dan ve diğer gezegenlerden temin etmeğe çalışılacaktır. Enerji tüketimi günümüzdeki gibi artarak devam ederse, rezervlerimiz: karbon için 230 yıl, gaz için 70 yıl ve petrol için 50 yıl seviyelerinde olduğu belirtilmektedir.
Petrolün henüz bilinmeyen ya da Irak, okyanuslar vs. gibi iyi bilinmeyen birçok rezervi bulunsa da elektrikli, doğa dostu araçların üretimi ile bir yüzyıl daha fiyat konusu dışında herhangi bir petrol sorunu yaşamayacaktır. Ama neticede başka enerjilere geçmeye elbet mecbur kalınacaktır. Radyoaktif atıkların yönetimi politik olarak kabul edildiği taktirde nükleer enerji daha sık kullanılacaktır ve güneş enerjisi gibi enerjiler ancak depolanabilir olduğu zaman vazgeçilmez olacaklardır. Zaman içinde enerji pahalılaşacaktır; tabii bu döneme kadar geçen zaman zarfında artan dünya nüfusunun ihtiyacını karşılamak için tarımsal ya da benzeri üretimleri de artırmak gerekecektir. Gün geçtikçe elimizdeki kaynaklar hızla tükenmektedir. Örneğin XX. yüzyılın son on yılında Almanya’nın, Türkiye’nin, batısındaki, Yunanistan’ın güney doğusu vb. orman rezervleri yarı yarıya azalmıştır. Her bir dakikada 10 hektar büyüklüğünde orman arazisi yok olmaktadır. Karbon gazının kullanımı ile birlikte atmosferin ısısı hissedilir bir şekilde artmaktadır. Son 170 yılda 1,1 derece artan dünya ısısı, Bu hızla giderse 2050’den önce 2 derece yükselmesine ve 2100’den önce de 5 derece artmasına neden olacağı hesaplanmaktadır.
Buzulların erimesi tüm bu birbirini takip eden olayların bir neticesidir. Böylece denizlerin seviyesi yılda 2 mm artarak 2050‘yılında en az 12 cm yükselmiş olacaktır. Yüksek maliyetli doğal afetler birbirini takip edecek, ağaçlar eskiye oranla daha kısa sürede büyüyecek ancak daha hassas olacaklar, kuşlar ve balıklar daha farklı noktalara yönelmeye başlayacaklardır. Kıyılar yaşanmaz bir hal alırken Afrika çölü her sene Belçika büyüklüğünde genişlemeğe devam edecektir.
Çevreye zarar veren gazların etkisi kolay giderilemeyecek ve tüm bu gelişmeler karşısında 1999 Kyoto Antlaşması yetersiz kalacaktır. Kuraklıkla birlikte içme suyu sıkıntısı yaşanacak, zira şimdiye kadar bilinen doğal içme suyu kaynaklarının %80 ini tüketilmiş durumdadır. Kirli su, her gün 15.000 kişinin hayatına son vermekte ve yüzlerce hastalığı beraberinde getirmektedir. 2025 yılına geldiğimizde özellikle Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’da olmak suretiyle dünya nüfusunun yarısı içme suyu sıkıntısı yaşayacaktır. Bu ve benzeri olaylar dünya üzerindeki birçok canlı türünün ortadan kaybolmasına ekolojik dengenin bozulmadına neden olacaktır.
Tüm bunların yanında, teknolojik alanda günümüze kadar kaydedilen gelişmelerin ardından otomobil, beyaz eşya, internet, cep telefonu, tarım gibi bazı sektörlerde yavaşlama dönemi yaşanmaktadır. Halbuki, bunca enerji sıkıntısı ile karşı karşıya kalınacağı bilinirken asıl ilerlemeleri, tohumların daha az enerji ve su tüketmesi ya da hidrojen gazının stoklanması, daha az kullanılması vs. gibi alanlarda yapılması zorunlu görülmektedir. Bir diğer konu zamanın kullanılması insan oğlu için çok önemli hale gelmiştir. Zamanla; çalışmak için, mutfakta iş yapmak ya da temizlik yapmak için daha az vakit harcar hale gelmek isteyecektir.
Buna karşılık, şehirlerin genişlemesiyle ulaşıma çok daha fazla vakit ayırılması gerekecektir. Bu durumda iş amaçlı yolculuklarımızda ya da işe giderken harcayacağımız zamanı müzik dinlemek, film seyretmek ve iletişim kurmak için değerlendirebilir hale gelinecektir.
Zamanla; insanlık ve teknoloji geliştikçe, insanın kendisini sürekli geliştirmesi, bir şeyler öğrenmesi, bilgi edinmesi gerekecektir ve bunun için gereken zaman da artmaya devam edecektir. Neticede günün birinde gerçek yokluğun zaman olduğu farkındalığı oluşacak ve böylece insan ömrünü biraz daha uzatmaya çalışacaktır. Hatta biraz daha ileri gidip insan olmazsa olmazlarına (doğum, uyku, öğrenim, karar verme) gereken zamanları kısaltmayı denemeye çalışacaktır.
Örneğin; bir çocuk dokuz aydan önce doğup, bir yaşında yürümeyi öğrenip, 3000 saatten kısa bir sürede de bir dil konuşmayı öğrenebilse insanların kendilerini geliştirebilmeleri için ve “daha iyi”ye yönelebilmeleri için yeterince zamanları olabilir düşüncesi hakim olacaktır.
Zaman bu şekilde ilerlerken; bazı ülkeler 2025 yılına kadar en azından tarımını, sanayisini, yeni teknolojileri muhafaza etmeyi, silah sistemlerini modernleştirmeyi, ticari alanlarını korumayı, vs. sağlayabilecektir. Mesela bu gün için Kaliforniya bir merkez olmayı sürdürürken, teknolojik gelişmelerden de geri kalmayacak ve bu süreçte Washington, Avrupa ve Jacques Attalinin belirttiği onbirler’le iyi bir birleşme sağlayacaktır. 2030’lu yıllardan sonra, internet hala İngilizce konuşulan bir Amerikan düzenlemesi ise, yeni farklı oluşumlar Amerikan politik ve kültürel gücüne karşı hareket edecekler ve zamanla Amerikan şirketleri bile Amerika Birleşik Devleti’ nden kopmaya başlayacaktır. Zira bu firmalar da amaçlarının, imajı gün geçtikçe sarsılan ülkelerininki ile aynı olmadığını anlayacaklar, hatta aralarından bazıları yabancı yatırım fonlarının kontrolüne bile geçecektir ve böylece bir “merkez”in en önemli gücü “para” sarsılmaya başlayacaktır.
Halkın büyük şehirlere yönelmesiyle; okul, hastane gibi sosyal tesislerin eksikliği artacaktır. Yabancı işçilerin gelmesi ve şirket merkezlerinin yer değiştirmesiyle birlikte Amerikalıların maaşları gittikçe azalacak, zenginlerle işçilerin gelirleri arasındaki fark insanların Amerikan rüyasından şüphe etmelerine neden olacaktır.
Enerji, su, sağlık, eğitim, güvenlik, emeklilik vs. insanların gelirlerinin büyük bir kısmını tüketecektir. Amerikan parası ekonomik dövizden ziyade politik bir döviz haline gelecek ve bu durum da paranın kullanımını kısıtlayacaktır. Kısacası 2030’lu yıllara doğru Amerikan şirketleri, sağladığı karları kendi topraklarında tutamaz hale gelecektir. Yabancı merkez bankaları da başka dövizlerle kendi rezervlerini dengelemeye başlayacaklardır. Evlerini teminat olarak gösteren Amerikan vatandaşları evlerini satmaya başlayacak bu durum ise gayrimenkul fiyatlarının bir anda düşmesine neden olacaktır ve tüm bu olayların neticesinde, devlet borçluların sorunlarına çözüm bulamayacaktır. Hükümetler zayıfları koruyamayacak hale gelecek, üretim yavaşlayacak ve işsizlik hiç ulaşmadığı seviyelere çıkacaktır. Kısacası finansal kriz patlak verecektir. Prof Dr Jacques ATTALİ’ye göre böylece dokuzuncu düzen dönemi de sona erecektir.
Türkiyenin bulunduğu coğrafya, siyasi ve demografik yapısı dikkate alındığında, Ortadoğu’daki bir çok ülkeyi etkileyeceği bilinmektedir. Türkiye’nin yukarıda belirtilen gelişmelere göre politikalar üretmesi ve hızlı değişime ayak uydurması, Temel vatandaşlık anlayışı dışında, ırkçılık politikalarına da imtiyaz tanımaması gerekmektedir. Gelişmişlik kişi başına düşen yıllık gelirle değerlendirilirse; Türkiye de 2019 yılında 9,127 dolar iken 2020 yılında 8,538 dolar olarak gerçekleşmiştir. Bu miktarlar çok çok arttırılmalı ve gelirde homojen dağılım olmalıdır.
Türkiye dünya üzerinde geçiş noktası olmaya devam ederken bu geçiş noktasında ekonomik gücünü nüfusa yetecek düzeyde tutar ve teknolojik gelişmesini aynı hızla devam ettirirse gelecek yüz yılın lider ülkelerinden biri olacaktır.
Birlikte mutlu olmak dileğiyle,
Hoşçakalın...