Halkını kaybeden yönetimler

Emrullah BİLGİN - Değişim

İnsanlık tarihi sosyoekonomik gelişmeleri sonucu toplumsal katmanlarını bir üst düzeye çıkarmak çabasıyla değişim ve gelişimini günümüze kadar gerçekleştirmiştir. Toplumsal katmanlardan kasıt toplumsal gelişmişlik seviyesidir. Bu seviyeler çoğu zaman filmlere, romanlara konu olmuştur. Zengin kız fakir oğlan gibi.

Toplumsal düzende ülkelerin yaşayan nüfusları kültürel durumuna, gelir grubuna, öğrenim durumuna ve yaşam tarzlarına göre vb. değerlendirilerek gelişmişlikleri ile ilgili bir sonuca varılmaktadır. Toplumun gelir düzeyi, diğer bir anlamda ekonomik yapısı, bu seviyeler ve düzenler ile doğrudan etkilidir. Dünya üzerinde genel olarak iki tür ekonomik düzen/doktrin tanımlanır. Biri kapitalizm, diğeri de komünizm yani sosyalizm. Kapitalizmin savunucusu Adam Smith, Komünizmin ise Karl Marks’tır.

Toplumsal katmanlar/sınıflar günümüzde veya yakın geçmişte Ülkemizde ve tüm dünyada alt tabaka, orta tabaka ve üst tabaka olarak nitelendirilmektedir. Bazı ülkelerde de sadece alt ve üst tabaka şeklindedir. Diğer bir niteleme ise sermaye grubu, bunu sosyalizm burjuvazi olarak, işçi grubunu da proleter sınıfı olarak tanımlar.

İktisadi anlamda; Sermaye grubu ve bu grubun uzantısı sistemi idare edenler ve iş gücü grubuna, yani çalışanları da idare edilenler şeklinde tanımlamıştır. Gelişmişlik ve geri kalmışlık; sermaye sınıfı ve işçi sınıfı ile diğer grupların gelirleri arasındaki fark ne kadar az ise geçim endeksi de o kadar yüksektir. Ekonomide kişi başına düşen gelir düzeyleri ülkelerin gelişmişlik düzeylerini belirlemektedir.

Buradan hareketle her ne kadarda Komünizme çökmüş gözüyle bakılsa da dünya üzerinde iki tip ekonomik sistem ortaya atılmıştır. Marks öğretisinde Komünist düzenin savunucusu Rusya, kapitalist düzenin savunucusu da Amerika olarak ekonomik ve sosyal kitaplarda ve toplumsal algıda yer almıştır. Yakın geçmişte ve günümüzde stratejik veya ekonomik alanda dünya bu iki süper güç arasında paylaşılmış durumdadır. Zaten kutuplara hiç girilememektedir. Kuzeyini Rusya diğerini de ABD sahiplenmiştir.

Dünya düzeninde insan toplulukları arasında bu ekonomik düzenler sınıfları oluşturmuş ve Sosyalizmde üretim araçları devlete ait ve dolayısıyla sermayedar, halk ise çalışan yani işçi sınıfıdır. Buna ekonomik düzen savunucuları işçi devleti adını verirler. Kapitalist sistemde ise patron, yani üretim araçları, sermaye gruplarından ve çalışanlardan yani işçilerden oluştuğu bilinmektedir. Böylece ekonomik sistemlerde sınıfçılık ortaya çıkmıştır.

Komünizmin çökmesi ile "Sınıf çatışmasının yerini kimlik çatışmasının aldığı” belirtilmektedir. Kimlik vurgusu, dünya için ölümcül mü oldu? Ayrışmayı mı körükledi? Sınıf çatışmasının yerini kimlik çatışması alınca, sol bitti mi dünyada?

Solun artık göçmenler, din, çevre gibi güncel meselelere çözümü yok mu? Sol, sağa teslim mi oldu? Solun açılımları gerçekçi değil mi? felsefesine zıt gibi birçok sorular akla gelmektedir. Felsefi yazar Pascal Bruckner; bu soruya bir röportajında sanırım tamamen haklısınız, sol kaybetti. Sol, özellikle Avrupa’da ölmek üzere. Fiziki yok oluşunu da tespit edebiliyoruz. Zira mesela Fransa’da oyların yüzde 20-25’ini alıyor ve bu oran birbirinden nefret eden pek çok gruplar, parçalar arasında dağılıyor.

Sol neden öldü? Pek çok sebebi var. Birincisi, çünkü halkı kaybetti. Mesela Fransa’da, sol yöneticiler halkı küçümsedi, ona tepeden baktılar. 2010 başında büyük şehirlerde bohem burjuvaları, banliyölerdeyse göçmen çocukları tercih ettiler. Bu, solun neden Le Pen’in başında olduğu Ulusal Cephe’ye, aşırı sağa giden işçi sınıfını kaybettiğini gösteriyor. Sadece Fransa’da değil bütün Avrupa’da böyle sanırım yanıtını veriyor.

Sovyetlerde ve diğer sosyalist ülkelerde de böyle oldu, komünizmi yönetenler halka tepeden baktı. Halk ne bilir? Yönetim kural koyar, halk buna uyar. Halkın değişimini, yenileşmesini yöneticiler sağlar, anlayışı ve politikaları ile halk uzun yıllar böyle yönetilmiştir. Evet, bu küresel bir durum. Komünizmin çöküşü, zaten yeni bir ekonomiyle kapitalizmin yerini alma düşüne darbe vurmuştu. Sosyal demokrasi de soldaki insanlara yeterince güçlü bir ideal sunamadı. Avrupa solu, özellikle Avrupa’nın kuzeyinde, Amerika’dan gelen ve ırk ve kimliği öne çıkaran ideolojiye körlemesine sarıldılar. Artık sınıf çatışması yerine ırk çatışması var. Oysa sol, hiçbir zaman ırkı temel bir unsur olarak düşünmez çünkü ırkçılığa karşıdır. Sol, ırkı insanlığın yeni bir bölünme unsuru olarak görmez çünkü tersine, doğası itibarıyla evrenselcidir. Dolayısıyla ırkı vurgulayarak, Avrupa solunun büyük bölümü aşırı sağa kaydı. Çünkü sağ ve aşırı sağ, bir ırk hiyerarşisi olduğunu kabul eder. En temel hata buydu. Ayrıca bugün, Avrupa solu veya solları yeni-feminist, anti-ırkçı, kimlikçi mücadeleler içine giriyor ki bu mücadelelerde azınlıkların durumuna, milletin hilafına ayrıcalık veriliyor. Artık onlar için halk, ulus yok; sadece tanınmak için mücadele eden ve zafer kazanmak için her şeyi yapan azınlıklar var.

Yugoslavya, Polonya ve Romanya örneğinde olduğu gibi. Bütün bunlar Avrupa solunun yavaş yavaş neden öldüğünü ve neden solun yerini merkezdeki koalisyonların aldığını göstermektedir. Bir kaç ülkede yönetimi ele geçirse de ideolojik varlığını kaybettiği bilinmektedir. Dünya düzeni ve sosyalizmi 68 kuşağından geçti. Bu kuşaktan birçok toplumcu bilim adamı çıktı. Türkiye’yi ve dünyayı bu düzende yönlendirmeye çalıştı. Ama bu insanlar bu düşünceye inandıkları, insanlığı bu komünist düzenin refaha ulaştıracağına inandıkları için insanlığa faydaları olsun istediler. Ama temsil ettikleri ideolojilerin ağa babalarının öyle olmadığı daha sonra ortaya çıkmıştır.

Bir gün yine öyle bir kuşak gelir mi? Gelirse yeni bir toplumsal dönüşüm yapar mı? Bu kez neyi değiştirir bilinmez. Bu bahsedilen 68 Kuşağı da öldü tabii. Fiziksel olarak yeni ölüyor ama politik düşünce olarak çoktan ölmüştü. Bugün 68 Kuşağı’ndan sonra ne geldi, diye sorarsanız, “milenyum kuşağını” yani “Z kuşağını” söyleyebiliriz.

Bu son derece ihtiyatlı, korkmuş, her sabah dünyanın sonunu bekleyen, iyimser liderlerden çok Greta Thunberg’i izleyen bir kuşak. Avrupa ve hatta tüm Batı’da gelecekten çok korkan, ilerlemeye ve geleceğe hiç inanmayan gençlerden oluşan bir kuşak var. Çok iyi tanımlanmasa da sorun üstlenmek istemeyen, gelecekle de çok kaygılanmayan bir kuşak var. Yazar Bruckner bir konuşmasında göçmenler Arap yarım adası ve Rusya’ya yönlendirilsin oralarda boş alanlar çok diyor. İnsanlar ülkelerindeki savaşlardan kaçıyor, Batı’ya doğru bir yolculuk var. Göçmenler kendi sorun ve yaşamlarını da beraberlerinde götürüyor artık.

Göçler Türkiye’yi dünyayı ve Batı’yı nasıl etkileyecek? Ekonomik savaşlar nasıl duracak, geri dönüşler olur mu? Seçilmiş, filtre edilmiş bir göç elbette bir değişim yaratmaz, zamanla asimile olurlar gibi düşünülebilir. Avrupa veya gelişmiş ülkeler böyle yapıyor ama kitlesel olursa yaşama biçimlerinde, geleneklerde, devlet ve din arasındaki ilişki algısında büyük değişimlere yol açacaktır. Böyle bir göç, başta Türkiye olmak üzere Avrupa’da da toplumsal yapıyı tamamen değiştirir. Bu yüzden büyük göç akımlarını acilen düzene koymak ya da bunları başka ülkelere de dağıtmak gerekmektedir.

Dünyanın çoğu bölgelerinden Afrika’dan, Asya’dan, Afganistan, Irak, Suriye bu günlerde de Ukrayna’dan göçler var. Avrupa dışında boş kalan pek çok ülke var; mesela Arap yarımadası, mesela Rusya… Göçmenler elbette çoğunlukla Avrupa’ya, Türkiye’ye gelmek istiyor, çünkü buradakiler hukuk devleti olarak görülmektedir. Kişisel hak ve özgürlüklerin üst seviyede olduğu düşünülmektedir.

Türkiye’nin ise Osmanlı’dan kalan çok uluslu olma tecrübesi var. Hayat standardında serbestlik var. Türkiye’nin yasalarında din ve vicdan hürriyeti var. Ama Asya’nın bazı bölgelerinden, orta doğudan, Kuzey ve Orta Afrika’dan ya da başka ülkelerden bu kadar göçmeni ayrım gözetmeksizin kabul etmek artık mümkün değildir. Avrupa halkları bu yabancı akınını artık kesinlikle istemiyor. Göç, en acil şekilde çözülmesi gereken sorun haline gelmiştir. Göç; nerede olursa olsun solda, sağda ya da merkezde, öyle bir an geliyor sayılar siyasal bir soruna dönüşüyor. İnsani ve ekonomik anlamda bir tahammül eşiği var ve bu eşiğe gelinmiş durumdadır. Umarız BM ve Avrupa bu soruna dört elle sarılır ve sadece insani kavramlara sığınmaz ve nutuk diplomasisiyle kalmaz.

Çünkü göçmen sorununun iki boyutu var. İnsani boyutta, hasta veya hayatlarından boğulmakta olan insanların kurtarılması gerekiyor, bu kaçınılmaz. Ama siyasi boyutta, Michel Rocard’ın dediği gibi, “Dünyanın tüm sefaletini de karşılayamazsınız”

Türkiye yaklaşık 6 milyon sığınmacının yükünü karşılıyor ama. Bu soruya Bruckner bir röportajında; hükümetleri her çeşit politikayla vatandaşlarını koruması için zorlamak gerekiyor. Özellikle de göçmenler başka ülkelere gitmeye teşvik edilmeli. Hedef sadece Avrupa olmamalı. Arap Yarımadası boş. Çoğu Müslüman olan bu göçmenlere, inançlarını da paylaşabilecekleri bir yer bulunacaktır orada yanıtını veriyor.

Sağ veya aşırı sağ dışında hiçbir siyasetçi şimdilik bu konuyu cesurca ele almadı. Ama göçmen sorunu aşırı sağa teslim edilmemeli. Solun veya merkezdeki siyasetçilerin sınır dışı etme politikalar veya söylemleri dışında, mümkün olan en insani ve akılcı biçimde bu sorunun çözülmesi için politika üretmesi gerekiyor. Sol veya sağda eğer bir politika üretilemezse insanlık, BM sınıfta kalacaktır.

Bu sorun göçmenlerin aralarında örgütlenmelerine kalırsa, bu da bu günkü politikalarla mümkün görünmüyor. Diğer taraftan ülkelerine göndermekte köklü bir çözüm olmasa gerek. Suriye, Irak göçmenlerinin Türkiye ile Osmanlı döneminden gelen tarihi bir gönül bağıda söz konusudur, Türkiye’yi tercihlerinin sebeplerinden biri de bu olabilir. Dünyada büyük yada küçük şavaşların genellikle hep bir ganimeti olur. Savaşlar zaten ekonomik sorunlar yüzünden çıkmıyor mu? Elbette ekonomik çıkarlar için savaşlara başvuran liderler var.

ABD ve Rusya yakın geçmişte ve bu gün ekonomik çıkarları için çekinmeden savaşa başvuran ülkelerin başında gelmektedir. Kendi menfaat gruplarını da bu doğrultuda sürüklemeye devam etmektedirler. ABD, NATO aracılığı ile Türkiye’ye karşı Ege adalarında askeri yığınak, Dedeağaç üssü ile birlikte askeri üsler oluşturarak Yunanistan’ın meydan okumalarına göz yumarken, Ukrayna - Rusya, Çin - Tayvan, Kosova-Sırbistan da vb. yarattığı gerilim politikaları ise son örnekleridir. Bu savaşları ve bu tür gerilim politikalarını istemeyen halk, liderlerinden desteklerini geri çekmekle birlikte, bu tip yönetimlerin halkını kaybetme noktasına geldiklerini kabul eden otoriteler çoğunluktadır.

Yaşanabilir bir dünya ya kavuşabilmek dileğiyle.

Esen kalın.

İlk yorum yazan siz olun