Daha önceki yazılarımızda da belirtildiği gibi değişimin boyut değiştirdiği, yenilenmek, değişmek için ataletten kurtulmak gerektiği üzerinde durulmuştu. Statik bir sosyoekonomik yapı yerine dinamik bir yapının sürdürülmesi daima bir katma değeri ifade eder.
Bu ataletten kurtulamayan toplumları, yapıları/kurumları zorla değiştirmek gerekir. Bazen de küçük bir dokunuşla büyük mesafeler ve değişimler sağlanabilmektedir. Potansiyeli olsa da dinamik yapısını kaybetmiş yapılar mesafe almakta zorlanmakta beklenen ivmeye ve inovasyona kavuşturulamamaktadır.
Bu durumlarda savaşlar ve ihtilaller, zoraki inovasyonlar ön plana çıkmaktadır. İnsan hayatı, barış, özgürlükler ve demokrasi açısından, savaşlar ve ihtilalleri tasvip etmek, kabul etmek mümkün değildir. Bu çerçevede 21. Yüzyılın son dönemlerinde zirveye oturan İsrail-Filistin savaşının yaklaşık yüz yıldır devam etmekle birlikte Ekim-2023’den bu yana soykırım derecesinde şiddetle devam etmektedir. Yıllardır savunmada kalan Filistin Hamas marifetiyle “Aksa Tufanı” adını verdiği havadan ve karadan olmak üzere ilk defa saldırıya geçmiştir. Bu saldırı Mossad’a ve “Demir kubbe”lere rağmen gerçekleştirmiştir. İran destekli olduğu iddia edilen bu harekatın İsrail’in Filistin’in tamamını işgal etmek için görmezden geldiği gibi bir takım komplo teorilerine de neden olmaktadır.
Buna karşılık veren İsrail çocuk, kadın ve yaşlı gözetmeden siviller üzerine bomba yağdırmakta binlerce Filistin vatandaşları hayatını kaybederken binlerce yaralı yaşam savaşı vermektedir. Camiler, kiliseler, hastaneler ve pazar yerleri gibi yoğun kalabalık bölgeleri vurarak, Gazze’nin Filistin halkı tarafından tamamen terk etmesinden yana olduğunu açıkça deklare etmektedir.
Buna tüm dünya seyirci kalarak İsrail’in yıllardır devlet terörüne karşılık, Filistin’i Hamas’ı terörle suçlamaktadır. ABD ve AB gibi ülkelerde halklarını aleyhte gösterilerine rağmen ülke yönetimleri buna destek vermektedir. İsrail inandığı kitabı ve peygamberini bu saldırılarla inkâr etmektedir. Hiç bir din soykırım derecesinde savaşı kabul etmemiştir. Ayrıca bu bir işgaldir, asla özgürlük savaşı olarak kabul edilemez.
Henüz sonuçlanmayan, karışıklıkların devam ettiği Afganistan, Irak, Suriye savaşları ve Filistin-İsrail gerginliği ile geri planda kalan Ukrayna-Rusya savaşı da Rusya’nın insafına bırakılmıştır. 20,21. yüzyılın tarihe bıraktığı miraslardan en önemlisi; temeli ekonomik olmakla birlikte bir takım çevrelerce öne sürülen ve ne kadar gerçekçi olduğu da bilinmeyen “barış için savaşlar” yapıldığından bahisle ve köklü değişimlere neden olan ulusal kurtuluş mücadeleleridir.
Başta birinci dünya savaşı sonrası talan edilen Osmanlı ve istiklal savaşı sonrası bir avuç Anadolu toprağına sıkıştırılmış, Mustafa Kemal ve silah arkadaşları ve fakir Türk halkının çabalarıyla başarıya ulaşan ve bu günlerde 100. yılını kutladığımız, Türkiye Cumhuriyeti devleti olmak üzere Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’ya pek çok coğrafyada kurtuluş mücadelelerine örnek olmuştur. Verilen bu mücadelelerin kimi başarılı kimi başarısız olmuşlar ve bu konuda mücadele edenler ulus-devletleri oluşturmaya çalışmışlardır. Felsefeci-yazar Pascal Bruckner’in de savunduğu gibi Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyeti kuruşu ile örnek alınmıştır.
Türkiye dışında ki bu ulusları “kurtaranlar”, sıklıkla siyasetin o gününü veya bu gününü etkilemiş, sembolik anlamlar edinmiş ve toplumlarının siyasi kültürü üzerinde belirleyici olmuştur. Kurtarıcılar-kurtarılanlar arasındaki ilişki, bilhassa devletleşmiş ulusal kurtuluş hareketleri söz konusuysa, siyaseten ciddi bir gerilim hattı oluşturmuştur. Bu toplumsal hareketler ve partiler, farklı toplumsal grupların çeşitli meydan okumalarıyla karşılaştıkları görülmüş ve hep anlatılmıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti dışında kurulan ülkeler, savaş sonrası direniş ya da her hangi bir toplumsal hareket göstermeksizin itilaf devletlerinin işareti ile kurulmuş ve kuruluşları hiçte zor olmamıştır. Hegomanya, kölelik yani sömürü düzeni başka bir biçimde devam ettirilmeye çalışılmıştır.
İşte Mustafa Kemal’in kurduğu 100 yılını dolduran Cumhuriyet Türkiye’si kuruluş öncesi istiklal savaşları ve sonrası özgürlüğünü elde etmesine kadar dünya üzerinde çok çeşitli ve bir birinden çok çok farklı ülkeler, istilacı devletlere direnişi, mağdur milletlerin haklılığını, özgürlükçü bir yapıyla göstermiş onları cesaretlendirmiştir. Mustafa Kemal, “savaşlar vatan için olmadıkça katliamdır” görüşünü belirtmiştir. Oysa ikinci dünya savaşından sonra kurulan devletlerin hiç biri aynı niteliği taşımamaktadır. Savaş sonrası çok sıkı bir kurtuluş hareketi yapmadan çok yüksek boyutlarda bedel ödemeden devlet olmuşlardır. Savaş teknolojilerine bakıldığında, birinci dünya savaşı daha zor koşullarda gerçekleştirilirken, ikinci dünya savaşı koşulları kolay olmasa da daha teknolojik koşullarda gerçekleştirildiği bilinmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası bağımsızlığını kazanan bu devletlerin çoğu demokratik açıdan yeterli olamamış ve bir süre daha ayrıldıkları sömürgeci devletlerin etkisinde kalmışlardır. Halende sömürgeci devletlerin etkisinde kalmaya devam edenler bulunmaktadır.
Birinci dünya savaşı sonrası kurulan Mustafa Kemal’in Türkiye’si ikinci dünya savaşı sonrası kurulan ülkelere de ilham kaynağı olmuştur. Türkiye itilaf devletleri tarafında işgal edilen Osmanlı toprakları üzerine top yekün bir savaşla bedel ödeyerek kurulmuştur. Bu yönüyle de Türkiye’nin kuruluşu ikinci dünya savaşı sonrası kurulanlardan farklıdır.
Michael Walzer, “Seküler Devrimler ve Dinî Karşı devrimler” başlığı ile belirttiği görüşü olan “Kurtuluş Paradoksu”nda, bu bakış açısından yola çıkarak İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan üç bağımsız devleti, Hindistan, Cezayir ve İsrail’i ele almaktadır. Walzer, bu ulusal kurtuluş hareketlerinin vaatlerini, kazanımlarını ve toplumları içerisindeki algılanma biçimleriyle birlikte paradokslarını, çıkmazlarını ve çelişkilerini gösteriyor. Toplumların dünyevi ve ilerlemeci “vizyon”larla nasıl ilişkilendiğine ve karşı hareket ürettiğine odaklanıyor. Şöyle diyor Walzer, “Bu konuları yazmaktaki amacının, ülkelerin ulusal kurtuluş tarihlerinde tekrar eden ve kanımca huzur bozucu olan bir örüntüyü tasvir etmektir.”
Üç vakayı ele aldığımızda: İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan üç bağımsız devleti, 1947-48 yılları arası Hindistan’ı, İsrail’i ve 1962’deki Cezayir’i. Devlete dönüşen seküler siyasi hareketlere ve yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra bunların kazanımlarına meydan okuyan dini hareketlere odaklanılmalıdır.” görüşünü ileri sürmektedir. Bu görüş o gün için dini inanışlar temelinden yola çıkarak bağımsızlığın kazanıldığı göz ardı edilirse doğrudur. Ancak zaman içerisinde dini inanışların etkisinin, toplum üzerinde azalması dikkate alındığında, yönetimlerin dini açıdan beklentileri karşılayamaması, bir kısım grupların kazanımlara meydan okuyan bir tavır içerisine girdikleri de doğrudur.
Bağımsızlığını kazanan bu üç ülkeye bakıldığında ırkçı kökene benzediği düşünülse de etkin olanın din kökenine, dayandığı görülecektir. Hindistan’da farklı dinlere sahip gruplar veya halklar olsa da Hindu ve İslam çoğunluktadır. Ancak Walzer bu etkenleri görmemezlikten gelmektedir. Bağımsızlık savaşlarında ağırlık FLN’de olmak üzere üç kurtuluş hareketinden bahsedilirken, Hindistan Ulusal Kongresi, İşçi Siyonizmi ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi ‘nden (Front de Liberation National-FLN) bahsediyor Walzer.
Antik Çağ’da İsrailoğulları’nın Mısır’dan göçüne (exodus) değiniyor. Ona göre “exodus,” devrim ve ulusal kurtuluş hareketleri hakkında Batılı yazarlar için genel bir referans teşkil ediyor; zira tarihte değilse de edebiyatta bir ulusun yabancı egemenliğinden kurtuluşunun muhtemelen bilinen en eski örneği olduğu belirtilmektedir. Bu tekrarlayan örüntüyü “en iyi bildiği” vaka üzerinden, Siyonist hareket ve bu hareketin kurduğu devlet üzerinden detaylı olarak incelemektedir. İşte bu örnekte de olduğu gibi kurtuluş hareketlerinin temeli dine dayanmaktadır. Walzer bu üç vakaya Marksistler tarafından getirilen alternatif görüş olarak, kısaca özetlemek gerekirse “ekonomik ve kültürel sömürü düzenini” de bağımsızlık mücadelelerinin etkisinin içine katmaktadır.
Dördüncü bölümde post-kolonyal (sömürgeciliğin bıraktığı mirası sorunsallaştıran bir dizi felsefi, sosyolojik, psikolojik, edebi teori.) çalışmalar alanındaki Hintli yazarların geliştirdiği ikinci bir alternatif olarak bu okumayı ele alıyor ve sonra ulusal kurtuluşun bir geleceğinin olup olmayacağını sorguluyor.
Bunu yaparken öncelikle ve en geniş ölçüde Hindistan’a ve sonra yine İsrail’e bakıyor. “En azından başlangıçta bunlar bir başarı hikâyesiydi. Üç ülke de gerçekten yabancı egemenliğinden kurtulmuşlardı. Ancak aynı zamanda, bu devletler, şu an var oldukları haliyle, ulusal kurtuluş hareketlerinin liderleri ve aydınlarının hayallerinde canlandırdıkları devletler değiller. Ahlâki/siyasi kültürleri, tabiri caizse iç yaşamları, kurucularının beklentileri ile hiçbir şekilde örtüşmüyor.
Bir ayırıcı özellik analizi için;
Bu üç hareket de sekülerdi, gerçekten de açıkça seküler bir projeye bağlıydılar, fakat kurdukları devletlerde, bugün köktenci diye adlandırabileceğimiz bir dinden beslenen çok güçlü bir siyaset var. Üç farklı dinin olduğu bu üç farklı ülkede zaman çizelgesi son derece benzer: Bağımsızlıktan kabaca yirmi ile otuz yıl sonra militan bir dini hareket seküler devlete meydan okudu. Bu beklenmedik sonuç, ulusal kurtuluş paradoksunun temel bir özelliğidir” diyor Walzer ve devam ediyor, “FLN başlangıçta demokrasiye resmen bağlıydı ve en azından bazı militanları bu bağlılığı sürdürdüler. Bu nedenle FLN’yi daha tutarlı demokratik örnekler olan Hindistan ve İsrail ile bağdaştırmayı uygun bulmaktadır. Demokratik ve sekülerizm yanlısı taahhütlerin birleşimi, kanımca ulusal kurtuluş projesi için son derece önemlidir; bu yazının konusunu oluşturan hareketleri ‘kurtuluşçu’ olarak adlandırılmasının arkasında yatan ana neden bu birleşimdir. Dahası onları, diğer devrimci ve milliyetçi hareketlerden ayrı ele almasının sebebi olarak” göstermektedir.
Siyaset bilimci Amerikalı Profesör Walzer’e göre ele aldığı üç ulusal kurtuluş hareketi de dini merkeze alan (ve ayrıca post-kolonyal) eleştirmenler tarafından “Batılılaşmacı” olarak saldırıya uğradı. Haklarındaki suçlama elbette doğruydu. Önemli açılardan, ulusal kurtuluş yanlıları Avrupa solunun siyasetini taklit etti. Fakat bu durum ulusal kurtuluş paradoksunun başka bir yönüne işaret ediyor, Militanlar, savaştıkları emperyal dönemin yurttaşlarıyla aynı okullara gidiyorlar ve kendi ulusları hakkında Edward Said’in “Oryantalizm” diye adlandırdığı bir düşünce biçimine sahipler. Oryantalizm terimi, “Batılılaşmacı” gibi pejoratif (yermek, benimsememek) bir anlam taşıyor, ancak “Oryantalistlerin” lehine söylenecek çok söz var ve elbette aleyhine de bazı şeyler söylenebilir.
Ulusal kurtuluş hareketinin militanlarının kurtarmak istediği ulusla olan sorunlu ilişkisi, ilahi inanç meselesi, yani birleştirici özellik olan din bu hareketlerin merkezinde yer alıyor. Ancak marksistlerin din fikrini dışarıda tutması, uluslar ile sorun haline gelmektedir.
Walzer’in incelemek istediği “iç ilişkiler”den kastı tam da bu ve din merkezli karşı devrimin açıklanmasında önemli rol oynuyor. Walzer’in ilk sorusu şu: Ulusal kurtuluşa ne oldu? Bu soru bizi ikinci soruya yöneltiyor: Seküler demokratik sola ne oldu? “ bu soruya iten daha derin soru -belki de buna kaygı demek daha doğru olur- bu ikincisi. Hindistan, İsrail ve Cezayir, seküler solun siyasi hegemonya ve kültürel yeniden üretim açısından yaşadığı zorlukları anlamak için “faydalı örnekler” olarak gösterilebilir. Ele alınmasa da bu kurtuluş hareketlerinde milliyetçilik temelinde birleşmekte diğer bir etkendir. Milliyetçilik bazı ülkelerin bağımsızlık mücadelelerinde dinle birlikte önemli bir etken olmuştur.
Yakın tarihte; Yugoslavya’nın bölünmesinde, S.S.C.B’nin bağımsız devletler olarak ayrılmasında dini temel ile birlikte etnik kökenlerin etkileri de görülmüştür. Buraya kadar ele alınan ulusal kurtuluş mücadeleleri arasında birinci dünya savaşından sonra asli unsuru Türk ancak sonradan genişleyen topraklarla çoğulcu tebaya sahip, Osmanlı imparatorluğu topraklarını haksız ve hukuksuz işgalci devletlerin temizlenerek, top yekün bir savaşla kurulan Türkiye cumhuriyeti devletiyle bağımsızlık hareketleri başlamıştır. Osmanlı imparatorluğunun işgalci ülkeler tarafından parçalanması ile birinci dünya savaşının ardından Avrupa’da Çekoslovakya, Avusturya, Polonya, Litvanya, Estonya, Ukrayna, Yugoslavya, Macaristan vb. leri yenidünya haritasındaki yerini almıştır.
Asya’da, Afrika’da Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Yemen, Kafkasya (Rusya) Gürcistan gibi birçok ülke bir kurtuluş mücadelesine sahne olmadan kurulmuşlardır. Savaşın ardından Osmanlı Devleti de dağılırken, Kurtuluş Savaşının sonunda Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
Kurtuluş savaşı vermeden halkının Türkiye gibi topyekün kurtuluş savaşı yapmadan sıkı bir mücadele vermeden veya sadece sömürgeci devletlere karşı mücadele vererek kurulduğundan, Türkiye’nin kuruluşundan ve mücadelesinden farklıdır. Elbette bu ülkelerinde özgürlük için sömürgeci ülkelere karşı savaşları, çetin mücadeleleri olmuştur. Bunlar asla küçümsenemez yapılmamış sayılamaz. Ancak birçok dünya devletlerine karşı yapılan Türkiye’nin kurtuluş savaşı da diğer bağımsızlık savaşlar ile aynı düzeyde sayılamaz. Özgürlük ve insan hakları savunucusu medeni ülkelerin son dönemde İsrail’in Filistin yüzsüzlükleri ve ABD ile AB ülkelerinin ikiyüzlülüğü tarihin utanç sayfalarında yer alacaktır. Medeni dünya bu tutum ve davranışları ile iflas etmiştir.
Tüm savaşların Müslümanlardan yana sonuçlanması ve barış dolu nice yüz yıllarda Cumhuriyetimizi kutlamak dileğiyle.
Sağlıkla kalın.