Yönetimsel değişimler
İnsanların, toplumların ve ülkelerin ilk çağda, orta çağda ve yakın çağda ve kısacası bütün yaşanmış çağların bulunduğu zamana, döneme yönelik bir adaleti, hukuk sistemi, adaleti ve demokrasisi olmuştur. Tarihin her döneminde birçoğunun şartların veya imkânların müsait olduğu bilinmesine rağmen demokrasi, hukuk ve insan hakları kavramlarının dışına çıktıklarını görmek mümkündür.
Dünya düzeninden örneklendirmek gerekirse; sömürü düzeninden kaynaklı ekonomik mandacılık, askeri ve ekonomik yardımlarla ortaya çıkan bağımlılık, yine askeri ve ekonomik topluluklar gibi nedenler de buna örnek gösterilebilir. Ülke yönetimlerinde mandacılık mantığını yeni nesil bilir mi? ne anlam taşıdığından haberleri var mıdır? Varsa ne düşünürler?
Bu konuda; sokak röportajları dışında, sonuçlarının da belirtildiği doğruya yakın esaslı bir akademik veya sosyal araştırma yapılabildiğini söylemek pekte mümkün değildir. Ama özgürlüğün bir devletin bir zümrenin tekeline bırakılması dersek belki anlaşılır.
Dünyayı iki kutuplu bir düzene çevirmek isteyen ABD, Rusya ve onların destekçileri son yıllarda emperyalist güçlerin tamamının uygulamaya koyduğu gibi gücünün yettiği ülkelere değişik yöntemlerle hâkimiyetini kurmaya veya kabul ettirmeye çalışmaktadır. İşte geçmişte de tartışıldığı gibi buda bir Manda şeklidir. Manda; birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası gelişmemiş, az gelişmiş veya gelişmekte olan bazı ülkelerin kendilerini yönetemedikleri savından yola çıkarak, kendilerini yönetebilecek bir düzeye gelene kadar, bağımsızlıklarına kavuşuncaya kadar, Milletler Cemiyeti adına yönetmek için bazı büyük devletlere verilen imtiyazdır.
Başlangıçta amacı sömürgeciliği tasfiye etmeye yönelik bir proje olarak görülmüş olmakla birlikte uygulamada geleneksel sömürgeciliğe benzer sonuçlar doğurmuştur. Birinci dünya savaşının bitimi ve itilaf devletlerinin baskısı sonucu tek taraflı Sevr şartlarının yürürlüğe konulması ve Osmanlı imparatorluğunun parçalanması ile bazı Osmanlı aydınlarının bile kabulünden yana olduğu, Amerikan mandasının tartışıldığı dönemlerde bile Türk milleti manda yönetimini asla kabul etmemiştir.
Bağımsızlığını kazanan Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlının da borçlarını ödeyerek hiç bir ülkeye, hiç bir zümreye bağımlı kalmamıştır. İmparatorluktan intikal eden Saltanatın babadan oğula devredildiği bir düzen kurtuluş savaşı sonrası kaldırılmış, demokrasiyi benimseyen Cumhuriyet yönetimi getirilmiştir.
Genç Türkiye devleti kendi üretimi ile halkına yetmeye çalışmış, ancak özgürlüğünden ödün vermemiştir. Tarihte medeniyetler oluşturmuş 16 devlet kurmuş Türk Milleti hep bağımsız yaşamıştır. Türkiye Cumhuriyeti bu miras üzerine kurulmuştur. Bağımsız Türkiye’nin Mustafa Kemal’den sonra; yetersiz bazı çevreler ve gruplar tarafından kötü yönetilmesi, üretimi arttırma yerine geçici çözümler arayışı sonucu Amerika’ya borçlandırılmış ve borç veren Amerika’ya minnetinde ilerisinde ekonomik bağımlılık oluşturulmuştur. Özellikle ikinci dünya savaşı sonrası bu ekonomik bağımlılık Türkiye’yi Kore savaşına katılmaya kadar götürmüştür. Marshall yardımları o bir kısım çevrelerce sanki ABD’nin bir lütfu olarak gösterilmeye çalışılmıştır. Oysaki bu tür yardımlarla Türkiye üretimden uzaklaştırılmış tarımda, sanayide ve ekonomide dışa bağımlılık algısı yaratılmaya çalışılmıştır.
İkinci dünya savaşı sonrasını hayatta kalanlar ve O günleri hatırlayanlar bilirler; Amerikan donanmasının Missouri zırhlısı, 5 Nisan 1946 günü İstanbul’a geldiğinde büyük törenlerle karşılanmıştı. O günlerde TBMM’de inanılması güç konuşmalar yapılıyor, Atatürk’ün tüm yaşamını adayarak sağladığı tam bağımsızlık, ulusal onur gibi kavramlar adeta yok sayılıyordu. Dönemin Başbakanı, o günlerde, Amerika’ya 4,5 milyon dolarlık borcun ödenmesi üzerine yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Hepimiz inanıyoruz ki, biz bu parayı vermekle borcumuzun yalnız maddi kısmını ödüyoruz. Amerika’ya, bir de manevi borcumuz vardır ki; onu da, hürriyet, adalet, istiklâl ve insanlık davalarında Amerika’nın bulunduğu saflarda bulunmak suretiyle ödemeye çalışacağız.”
Aynı günlerde, İstanbul Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver Meclis’te; “Dünyaya ışık nereden geliyor? Bu ışığın bir kaynağı var. Işık Amerika’dan geliyor. Ümit nereden geliyor, Amerika’dan geliyor” derken; Bursa Milletvekili M.Baha Pars, “Bugün bu büyük milletin, Amerika’nın insanlığa yaptığı yardımı hatırlayıp teşekkür ederken temiz ve kusursuz Roosvelt’i ve onun halefi olan, kıymetli devlet ve millet adamı Truman’ı hürmetle selamlarım” diyordu.
Amerikan mandasını kabul etmeyerek tam bağımsız bir ülke bırakan Mustafa Kemal’den sonra Türkiye Cumhuriyeti devletinin dış politikası. Türk devletini ve milletinin onurunu iki paralık eden yöneticiler. Yanlış anlaşılmasın bizim derdimiz Türkiye.
Son seksen yıla yakın dönemde; Türkiye’nin ABD ve NATO’ya yakınlığına alışmış dost görünen o çevreler son dönemde ki ABD ve NATO ilişkilerinden elbette memnun değillerdir. Ancak şu çok iyi bilinmelidir ki Türk milleti de memnun değildir. Bu istenen bir durum da değildir, ancak yıllar itibariyle gelişmelere, gerilim politikalarına bakılırsa beklenen bir durumdur. Ege ve Akdeniz’de ABD ve Yunanistan politikalarının Türkiye’nin çıkarları açısından yanlış istikamette ilerlediği düşünülüyor olsa da doğru bilinen yanlışların peşinde gitmektense, gerçekleri görüp doğru yolda ilerlemek en doğrusudur. Türkiye dün olduğu gibi bu günde manda sistemine başkaldırmıştır. Problemlerin savaşmadan barışçı yöntemlerle çözülmesi gerektiği bu müstevlilere her fırsatta gösterilmeye çalışılmalıdır.
Türkiye Manda sistemini geçici olsa dahi tarihinin hiç bir döneminde kabul etmemiştir. ABD’nin NATO’ya üye ülkeleri koruma ve kollama görünümü ile hâkimiyet kurma çabaları da bir mandacılık yöntemi değil midir? Son dönemde korunmaya ve kollanmaya ihtiyaç duyan iki ülke daha İsveç ve Finlandiya.
Tüm bu gelişmeler konjonktürel bir değişimde Türkiye mi? fark edemiyor. Türk milleti oynanan oyunlarla Suriye’de, Irak’ta, Ege’de ve Akdeniz’de milli çıkarlarından vazgeçmesi için kıskaca alınmak istenmektedir. Bu dengesiz politikalardan zarar görmemek adına, Rusya ve bölge ülkeleri ile de dengeli politikalar yürütmesi artık bir zorunluluktur.
Ne var ki Türkiye’yi bu milli çıkarlardan vaz geçirme politikaları yeni değildir, geçtiğimiz dönemlerde, Kıbrıs meselesinde, adalar meselesinde Türkiye bunu tecrübe etmiştir. Bu politikalardan asla taviz verilmemelidir. Bu Türkiye’nin milli politikası olmalıdır ve kesinlikle değiştirilmemelidir.
NATO’nun lideri konumunda ve üye ülkelerin koruyucusu durumunda ABD, bu tutumları ile mandacı olmuyor mu? NATO’da, aynı çatı altında Türkiye ve Yunanistan politikaları çifte standart olmuyor mu? İki NATO ülkesine uyguladığı politikalar ile askeri destekleri tutarsızlık taşımıyor mu? Bu durumun sadece Türkiye farkında değil, elbette ki ABD, NATO ve AB ülkeleri ve tüm dünya da bunun farkındadır. Bugüne kadar Türkiye’ye iki ileri bir geri politikaları ile zaman kaybettirmiş oyalamış bu emperyalist politikalar Türkiye’nin uyanışını sağlamıştır.
Son yılların önemli argümanlarından biri de Endüstri 4.0 Türkiye ve dünya ülkelerinin gelişmesinde daha çok etki yaratırken, hızla gelişmelerini ve refah düzeylerini arttırırken, savaşan bir dünyanın elbette emperyalist güçlerin istekleri dışında, diğerlerine hiç bir yararı yoktur. Teknolojik yenilikler bütün karanlık noktaları aydınlatırken, yine teknolojik imkânlarla susturulmak istenen toplumlar, ülkeler yine bu teknolojik imkânlarla gerçekleri gözler önüne sermektedir.
İşte son günlerde İran’da yaşanan kadın hareketlerinin dünyaya yansımaması adına internet ve sosyal medya kanallarının kapatılmasına rağmen, ABD starlink uydusundan internet yayını vasıtasıyla dünyaya yayımlanması,
Rusya’nın çekildiği Ukrayna topraklarının sözde referandumlarla Kırımdan sonra, Luhansk, Donetsk, Zaporijya ve Herson o bölgelerin Rusya’ya katılımlarının anında haber kaynaklarına düşmesi, artık hiç bir toplumsal hareketin uzun süre gizli kalamayacağı gerçeğini ortaya koymuştur. Rusya lideri Putin, ABD ve AB yaptırımlarına karşılık Ukrayna’da nükleer silah kullanma tehdidinin ardından bunu yapmayacağını belirten Putin, ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’de yaptığı gibi gerçeğe dönüştürür mü, bilinmez. Umarız ki bu durum o düzeye gelmez.
Diğer taraftan Ukrayna-Rusya, Suriye, Irak, Libya, Çin-Tayvan vb. bölgelerde Türkiye’nin barışa katkıları göz ardı edilebilir. Ancak tarihi büyük zaferlerle dolu çağ kapatıp, çağ açan Türk milletinin barışta geldiği noktayı görmemenin çokta iyi niyetli olduğu söylenemez. Türk milleti tarihin her döneminde barış için savaşmış ve barış için savaşanların yanında olmuştur. Türkiye’nin de sınırlarında, yakınında oluşan ve oluşturulmak istenen bu problemlere yaklaşımı yine barışçı noktalarda olacaktır, olmalıdır.
Türkiye bu coğrafyada ülke sorunları ile ilgili problemlere yine de, ikinci dünya savaşından çıkan Japonya’nın kalkınma da kullandığı kaizen mantığıyla yaklaşılması, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saldırılar dışında, barış politikalarına olumlu katkı sağlayacaktır.
Japonya’da uygulanan Kaizen mantığının problemlere yaklaşımı hoş geldin problemler şeklindedir. Çünkü problem olmayan yerde gelişme de olamaz. Ancak bu problemler asla savaş, asla teröre destek odaklı olmamalıdır. Bu noktalarda problemlere barışçı yaklaşım gösterilmesi asla mümkün değildir.
Bu nedenle krizlere çözümcü yaklaşımlarla, geçmişten dersini alan bir Türkiye teknolojik ve askeri alanda dünden çok ileride olmasını bu problemlere, yakın ve dost bildiği ülkelerin bu olumsuz, kötü politikalarına borçludur. Yanlış anlaşılmasın bizim derdimiz Türkiye.
Barış dolu bir gelecekle, sağlıcakla kalın…